FİLİSTİN DİRENİŞİ

’’Halksız bir vatan için, vatansız bir halk’’ sloganıyla yola çıkan Siyonistler, önemli bir şeyin farkında değillerdi ya da olmak istemiyorlardı. Vadedilmiş topraklar onların iddia ettikleri gibi halksız olmayıp, yüzlerce yıldır Filistinlilerin yurduydu. Bu gerçeği göz ardı eden Siyonistler, kendi hayallerini diğer bir halkın hüsranı üzerine kurmaktan çekinmezler. Filistinliler ise, hiçbir açıdan meşru temellere dayamayan Siyonizm’e karşı meşru hakları olan direnişi başlatırlar.

   Her şeyden önce Filistin direnişinin oluşumunda ve gelişiminde Siyonizm’in ana etken olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Hangi ideolojiye mensup olursa olsun, Filistin davasını benimseyen bütün örgütlerin çıkış noktası, yayılmacı emellere sahip olan Siyonizmdir. Tepkisel bir hareket olan Filistin direnişi, varoluş nedeni olan siyasi Siyonizm’e endeksli bir gelişme gösterir. Filistinli örgütlerin kuruluşundan, seçtikleri metotlara kadar, tüm safhalarında Siyonizm’in tesirini görmek mümkündür. Onun içindir ki; Filistin direnişinin seçtiği metotları yargılamadan önce, Siyonizm ve İsrail’in yönetim anlayışını göz önünde bulundurmak gerekir. Zira şiddeti devlet politikası haline getiren İsrail, vatanlarını istila ettiği yerli halka fazla bir seçenek bırakmaz. İşgale maruz kalmış bütün halklar gibi, Filistin halkı da en temel haklarını avunmak için zaman zaman şiddete başvurmaktan çekinmez. İncelendiğinde Filistin direnişinin, toprakları işgal edilmiş Fransızların, Nazilere karşı sürdürdükleri direnişten farklı olmadığı görülür. Siyonistlerin, Nazilere rahmet okutacak derecede acımasız olmaları, aradaki tek farktır.

   Siyonist harekette olduğu gibi, Filistin direnişinde de şahsiyetler ön plana çıkar. Bu şahsiyetlerin başında, Siyonizm’in gerçek hedeflerini 1897’deki ilk Siyonist Kongresi’nde anlayıp, gerekli tedbirleri almaya çalışan Sultan İkinci Abdulhamid Han gelir.  Meselenin gerçek boyutunun farkında olan Sultan, Teodor Herzl’in Filistin’de bir parça toprak karşılığında yaptığı son derece cazip teklifi, imparatorluğun içine düştüğü mali açmaza rağmen, kesin bir dille reddeder. Bunu yeterli görmeyerek, bölgeye Mehmet Şerif Rauf(1877-89), Reşad Paşa(1889-90), İbrahim Hakkı Paşa(1890-97) gibi ferasetli devlet adamlarını gönderir. Ayrıca Yahudi göçünü engellemeye yönelik katı sınırlamalar getirir. Sultanın kararlılığına rağmen, Düvel-i Muazzama’nın (Büyük Devletlerin) baskıları sonucunda, 1876’da 24 bin olan Yahudi nüfusu, üç kat artarak 1908’de 84 bin olur.

  Abdulhamid’in tahttan indirildiği 1909’dan İngiliz işgalinin gerçekleştiği 1917’ye kadar, Filistin’de fazla bir değişiklik olmaz. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Filistin’in Kavimler Cemiyeti tarafından İngiliz mandasına verilmesi ve Mustafa Kemal önderliğinde kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin imparatorluğun mirasını reddederek, hiçbir şekilde Ortadoğu’daki olaylara müdahil olmaması üzerine, Filistin sorunu sadece İngiltere’nin insiyatifine kalır. Sömürgeci Avrupa devletlerinin çizdiği suni sınırlarla kurulan Arap devletlerinin ve onların Batı yanlısı kukla liderlerinin hadiseler karşısında kayıtsız kalması, devletlerden çok meselenin vahametini kavrayan bireylerin ön plana çıkmasına neden olur. Filistin halkı kendi bağrından çıkan liderler önderliğinde 1920’lerden itibaren Siyonizm’e ve onun hamisi konumundaki İngiltere’ye cephe alır.

   Siyasi boşluğun hakim olduğu bu dönemde ortaya çıkan Hacı Emin el-Hüseyni 1950’li yıllara kadar Filistin direnişinin sembolü haline gelir. Kudüs’ün en büyük ailelerinden Hüseynilere mensup olan Hacı Emin, el-Ezher mezunu olup, amansız bir Arap milliyetçisidir.

   Siyonizm’in gerçek yüzünün anlaşılmasında ve Filistin direnişinin başlamasında belirgin rol oynayan Hacı Emin el-Hüseyni, kendinden sonra gelen Filistin liderlerinin bilinçlenmesinde de etkili olur.

YASER ARAFAT VE FKÖ

   Daha önce de belirtildiği gibi, Filistin direnişine şahsiyetler damgasını vurur. Filistin konusunda Nasır’ın kredisini yitirmesi üzerine, sahneye uzun yıllar Filistin davasıyla özdeşleşecek başka bir şahsiyet, Yaser Arafat çıkar.  El-Hüseyni’nin devamı niteliğinde olan Arafat’ın ön plana çıkmasıyla, direnişteki insiyatif kısa bir aradan sonra(1954-1967) tekrar Filistinlilerin eline geçer.

   Annesinin vefatından(1933) sonra babası Abdurrauf tarafından Kudüs’teki dayısı Salim Ebu Saud’un yanına göderilen Arafat, daha çocukken burada Filistin davasının büyük isimlerini tanıma fırsatı bulur. Arafat’ın çocukluğu, siyasi tartışmaların yoğun olduğu böyle bir ortamda geçer.

   Dayısı Salim’im İngilizler tarafından tutuklanmasından sonra, Mısır’a gönderilen Arafat, burada Siyonizm karşılığıyla bilinen İhvan-ı Müslimin ile yakın ilişkiler kurar. İlk askeri eğitimini İhvan’dan alır. Ayrıca 1952’de Mısır’daki Filistinli Öğrenciler Birliği’nin başına geçerek, siyasi mücadelesini başlatır. İhvan ile kurduğu yakın ilişkiler, daha sonra bu hareketin tasfiye sürecinde Arafat’ın başını ağrıtır. 1954’te İhvan’a üye olduğu gerekçesiyle, Mısır polisi tarafından tutuklanır ve işkence görür.

   Hapisten çıkan Arafat, yarım kalmış mühendislik eğitimini tamamlayarak 1957’de cazip bir teklif aldığı Kuveyt’e gider. Güzel bir işi, dolgun bir maaşı vardır. Gelişmekte olan Ortadoğu göz önünde bulundurulduğunda da milyoner bir işadamı olması içten bile değildir. Ama onun aklı fikri yüzlerce kilometre uzağında olduğu Filistin’dedir. Daha sonra mücadelesiyle özdeşleşecek örgütsel oluşumların temelini burada atar.

   Kuveyt’te bir grup arkadaşıyla beraber daha sonra FKÖ’nün belkemiğini oluşturacak el-Fetih’i kurar(1958). Ama İsrail’e sadece güçlü bir Arap devletiyle karşı konulabileceği fikrinin ağır bastığı ve Nasır’ın ulusal kahraman haline geldiği bir dönemde fazla ciddiye alınmaz. Üstelik Nasır tarafından 1964’te kurulan FKÖ, el-Fetih’in hareket alanını iyice daraltır.

   Arafat bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, girişimlerini sürdürür.  Nasır’a cephe alan Suriye’den şartlı da olsa destek sözü alır. Arabasına atlayıp Suriye’ye geçer. Ama burada da hiç öngörmediği olumsuzluklarla karşılaşır. O dönem Suriye hava kuvvetleri komutanı olan Hafız el-Esad’ın hışmına uğrar ve 1966’da ağır işkenceler göreceği el-Mezza hapsine atılır. Baas Partisi üyesi Kaddumi’nin araya girmesiyle, idam edilmekten son anda kurtulur.

   Bu arada 6 Kasım 1967’de Altı Gün Savaşı patlak verir. Arap ordularının İsrail karşısında hezimete uğraması, el-Fetih gibi uzun süredir gerilla savaşını savunan grupları alternatif hale getirir. Bu, aynı zamanda Filistin davasında yeni bir safhanın başladığı anlamına gelmektedir. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Arafat, silahlı mücadele hazırlıklarına koyulur. Bu çerçevede daha sonra efsane haline gelecek Karameh’te İsraillilere karşı direnme kararı alır. 21 Mart 1968’te saldırıya geçen İsrailliler, hiç beklemedikleri çetin bir direnişle karşılaşırlar. Büyük kayıplar vererek, gece yarısı geri çekilmek zorunda kalırlar. Arap ordularının yapamadığını, küçük bir gerilla grubu başarmıştır. Karameh zaferiyle büyük bir prestij kazanan Arafat ve el-Fetih bu tarihten itibaren Filistinlilerin umut kaynağı haline gelir.

   Karameh’ten sonra Arap devletleri tarafından daha çok dikkate alınmaya başlanan Arafat’ın gözü FKÖ’dedir. Altı Gün Savaşı’ndan sonra, çaresizlik içinde kıvranan Nasır’ın da onay vermesiyle, Arafat 1969’da uzun süredir arzuladığı FKÖ’nün başına geçmeyi başarır.

   Arafat eylemlerin bütün hızıyla devam ettiği bir dönemde gerçekleştirdiği diplomatik girişimlerinde FKÖ için tarihi sayılabilecek önemli başarılar elde eder. İsrail ve ABD’nin bütün engellemelerine rağmen BM’ye davet edilmeyi ve genel kurulda konuşma yapmayı başarır. Engellemeler diplomatik girişimlerle sınırlı kalmayıp, psikolojik boyut kazanarak, somut tehditlere kadar varır. New York Yahudi Cemaati Başkanı Russel Kenler, Arafat’ın BM’ye gelmesi durumunda onu öldüreceklerini, hatta bu iş için adam dahi tuttuklarını gazetecilere açıkça ifade etmekten çekinmez. Tehditlere aldırış etmeyen Arafat, 14 Kasım 1974’te tarihi günlerinden birini yaşayacak olan BM’ye gelir. Arafat, belinde tabancası, başında direnişle özdeşleşmiş kefiyesiyle yaptığı tarihi konuşmayı ‘’Bugün bir zeytin dalı ve bir özgürlük savaşçısının silahını taşıyarak geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin!’’ diye bitirir.

   Arafat’ın diplomatik başarıları bununla sınırlı kalmaz. FKÖ, BM kurumlarında gözlemci statüsüne sahip olur. Ayrıca Güvenlik Konseyindeki tartışmalara katılma hakkını da elde eder. Bundan sadece iki yıl sonra BM, Siyonizm’in ırkçılık olduğu yönünde karar alır. Bütün bu diplomatik başarılarda, 70’li yıllarda uluslararası arenaya damgasını vuran üçüncü dünya ülkeleri etkin rol oynar. 70’li yılların ilk yarısının İsrail için hem diplomatik hem de güvenlik açısından iyi geçtiği söylenemez.

   Arafat, binlerce kayıp verdiği Kara Eylül’den sonra, üs olarak Lübnan’ı kullanmaya başlar.  Filistin örgütlerinin Lübnan’a yerleşip, buradan saldırıya geçmeleri İsrail’in tepkisini çeker. Sistematik olarak uyguladığı misillemeleri yeterli görmeyen İsrail, kesin sonuca götürecek daha kapsamlı bir harekatın peşindedir. Bu sebeple, Şaron’un hazırladığı Celile’deki barış operasyonu çerçevesinde 3 Haziran 1982’de Lübnan işgalini başlatan İsrail ordusu, yedi gün içinde Beyrut önlerine(13 Haziran 1982) kadar gelir. Yıldırım harekatına rağmen, Arafat ve arkadaşları direnme kararı alır. Hatta Arafat siyasi mücadelesini görkemli bir şekilde sona erdirmeyi dahi göze alır.

   Arafat’ın Arap yönetimlerinin sessiz bakışları altında, bir Arap başkentinde İsrail tarafından öldürülmesinin kendileri için büyük bir prestij kaybı olacağını bilen Arap liderleri, çemberin iyice daralması üzerine harekete geçerler. Kral Fahd, sonuna kadar direnme yanlısı olan Arafat’ı, Beyrut’u boşaltma konusunda ikna etmeyi başarır. Fransa ve İtalya’nın koruması altında, son üssünü terk eden Arafat, bir Arap başkenti yerine Atina’ya giderek, kendini yalnız bırakan Arap devletlerine olan kırgınlığını gösterir.

   Arafat, arkasında 19 bin ölü, 30 bin yaralı bıraktığı Lübnan’a bir kez daha dönse de İsrail ve Suriye’nin baskısı altında ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Bölgeye tekrar dönme ihtimalinin gözükmemesi üzerine FKÖ, kendine genel merkez olarak Filistin’den binlerce kilometre uzakta olan Tunus’u seçer. 80’lerin sonuna kadar sürecek olan bu dönemde Arafat hem uluslararası arenada hem de Arap dünyasında ciddi prestij kaybına uğrar. Tunus’a gitmesinden sonra işgal altındaki topraklardaki etkisini büyük ölçüde kaybeder. Arafat’ın siyaseten bittiğinin düşünüldüğü bir sırada, işgal edilen topraklarda meydana gelen bir hadise bütün öngörüleri alt üst eder.

İNTİFADA

   İşgal altında büyüyen Filistinli gençler 1987’nin Aralık ayında İsrail’e karşı ayaklanırlar. İntifada diye adlandırılan bu ayaklanma, kısa sürede işgal edilmiş toprakların tamamına yayılır. Filistinli gençler, dünyanın en güçlü ordularından biri olan Tsahal’a, Hz. Davud  ile Calut arasındaki mücadeleyi anımsatırcasına sadece sapan taşlarıyla karşılık verirler. İsrail’i şaşkına çeviren intifada Filistin direnişinde yeni bir devrin başlangıcı olur.

   Siyasi açıdan büyük bir açmazın içinde olan Arafat, FKÖ’nün insiyatifi dışında gerçekleşen bu hadiseyi hemen sahiplenir. Oysa hadisede oynadığı rol intifada bildirilerinde kullanılan FKÖ antetli kağıtlardan öteye gitmez. Arafat intifada sayesinde Arap dünyasında ve uluslararası arenadaki prestijini yeniden kazanır. Bir süredir geri plana atılan Filistin sorunu, gündemin ön sıralarındaki yerini alır. İntifada siyaseten bitmiş olan Arafat’ı kurtardığı gibi, direnişe de taze kan kazandırır.

   FKÖ, intifadanın kazandırdığı güç ve güvenle diplomatik girişimlerine hız verir. 15 Kasım 1988’de Cezayir’de Filistin devletinin kuruluşunu ilan eder. Bu sembolik, ilanın somutlaşmasının ABD ve İsrail ile diyalogdan geçtiğini bilen Arafat, on yıl aradan sonra ABD ile tekrar temasa geçer. ABD’nin FKÖ’yü tanıması durumunda kendinden istenilenleri yapmaya hazır olduğunu bildirir. Temkinli davranan ABD, FKÖ’yü tanımadan önce Arafat’ın 242 sayılı BM kararını kabul etmesini, İsrail’i tanımasını ve terörizmi reddetmesini ister. Tarihi dönüm noktalarından birini yaşayan Arafat, 13 Aralık 1988’de Cenevre’de toplanan BM Genel Kurulu’nda kendinden istenileni dolaylı olarak da olsa yerine getirir. Bunu yeterli görmeyen ABD, taleplerinin daha açık ifadelerle yerine getirilmesini ister. Şahinler ve güvercinler arasında iyice köşeye sıkışan Arafat, 14 Aralık gecesi saat 20:30’da BM sarayının büyük salonuna gelerek, kendinden istenen açıklamayı yapar: ‘’Ortadoğu’daki çatışmanın tüm taraflarının barış ve güvenlik içinde yaşama hakları olduğunu tanıyoruz. Unutulmasın diye terörizmin her biçiminden vazgeçtiğimi tekrarlıyorum.’’

BARIŞ SÜRECİ

   Siyasi linçle karşı karşıya kalan Arafat, konumunu koruyabilmek için İsrail ve ABD tarafından istenilen bütün tavizleri vermeye hazırdır. Arafat’ın içine düştüğü zor durumun farkında olan Izak Rabin görüşmeler için en uygun zaman olduğunu düşünerek diyalog sürecinin başlamasına onay verir. Norveç Dışişleri Bakanı Joergen Holst’un arabuluculuk ettiği görüşmelerden olumlu sonuç alınır. Taraflar 1993 yazında karşılıklı olarak birbirlerini tanırlar. Filistinlilere ilk etepta Gazze ve Eriha’nın verildiği Oslo Anlaşması sözde barış sürecinin de başlangıcı olur. El-Fetih’in kurulduğu 1959’da Gazze ve Doğu Kudüs’ün de içinde bulunduğu Batı Şeria’nın işgal altında olmadığı düşünülürse Arafat’ın verdiği tavizlerin boyutları daha iyi anlaşılır. Otuz yılı aşan siyasi ve askeri mücadeleden sonra, Gazze ve İsrail ordusuyla çevrili birkaç şehirle yetinmek zorunda kalınır. Kaldı ki sözde özerk Filistin yönetimini oluşturan bu birkaç şehir de, bütün dış bağlantıları kesilmiş olarak, sürekli İsrail’in tehdidi altında yaşayacaktır.

   Arafat’ın bu kadar büyük tavizler karşılığında, hemen hemen hiçbir şey elde edemeyişi ve durumun her geçen gün daha da kötüye gitmesi, içerideki muhalif grupların güçlenmesine neden olur.

   Bu örgütlerin içinde Arafat’ın en fazla çekindiği geniş halk desteğine sahip plan Hamas’tır. Hamas, 1. ve 2. İntifada da etkin rol oynar. Konumunun sarsıldığını gören Arafat, diğer ceberut Arap liderleri gibi, her türlü baskı yoluna başvurmaktan çekinmez. Filistin hapishanelerindeki muhalifler, İsraillileri aratmayacak derecede kötü muamelelere maruz bırakılırlar. Bütün bunlar, İsrail işbirlikçisi olarak görülmeye başlanan Arafat’ın kendi halkı nezdinde, prestij kaybetmesine neden olur.

   Uzun süredir uygulanan baskılar sonucunda iyice gerilen ortam Şaron’un Mescid-i Aksa’ya ajitatif bir ziyarette bulunmasıyla patlar. Barış süreciyle oyalandığının farkına varan Filşitin halkı 2. İntifadayı başlatır. Şaron’un iktidara gelmesi ve Hitler’e rahmet okutacak derecede sert tedbirlere başvurmasıyla, İntifada yayılarak devam eder. Altındaki zeminin kaymaya başladığını gören Arafat, ister istemez İntifada saflarında yer alır. Şaron’un, ellerinde sadece sapan taşı olan çocuklara en ağır silahlarla karşılık vermesi, bölgeyi yeniden kan gölüne çevirir. Umutların bağlandığı barış süreci de, her zamanki gibi gelecek baharlara kalır.