İSRAİL’İN KURULUŞU

   İsrail Devleti, İngilizlerin Filistin’i terk ettikleri 14 Mayıs 1948 tarihinde resmen kurulur. Siyonistler iki bin beş yüz yıllık hayallerini, David Ben Gourion’un Telaviv Müzesi’nin konferans salonundan okuduğu bağımsızlık bildirisiyle tüm dünyaya duyururlar. Tarihi bildiriyi okuyan David Ben Gourion, geçici başbakan seçilir.

İLK ARAP-İSRAİL SAVAŞI

   İsrail’in kuruluşunu savaş ilanı olarak gören Arap Devletleri (Ürdün, Mısır, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan) kamuoylarından gelen baskılar üzerine saldırıya geçer. Bütün eksiklerine rağmen, savaşın ilk anlarında ilerlemelerini sürdürürler. Ama Telaviv’de birleşmek üzereyken, hiç kimsenin anlam veremeyeceği bir şekilde geri çekilmeleri, o dönemin Arap liderlerinin (Mısır Kralı Faruk, Irak Kralı Naibi Abdullah, Ürdün Kralı Abdullah) Filistin davasına ihanet ettikleri yönünde şayiaların ortaya atılmasına neden olur. Diğer taraftan başta ABD olmak üzere Avrupa devletlerinin her türlü desteğini arkasına alan Hagana ve diğer askeri örgütler ani bir hamle ile galip duruma geçerler. Araplar Hagana’nın beklenmedik ilerleyişi karşısında, ateşkes istemek zorunda kalırlar. (30 Mayıs 1948) Mütarekeden 28 gün sonra tekrar harekete geçseler de, kaderleri haline gelen hezimeti engelleyemezler.

   Araplara karşı verdikleri ilk savaştan galip çıkan, İsrailliler topraklarını genişleterek, Filistin’in dörtte üçüne hakim olurlar. Yeni işgal edilen bölgelerle, İsrail toprakları Kudüs’e kadar uzanır. Böylece BM planındaki Kudüs’ü kapsayan uluslararası bölge fikri daha hayata geçirilmeden işlevini yitirir. 14 Mayıs 1948’de kurulan devletin ilk sınırları 20 Temmuz 1949’da imzalanan mütarekelerle belirlenir.

   Amaçlarına ulaşan Siyonistler asırlardır hayalini kurdukları devletlerinin kurum ve kuruluşlarını şekillendirmekle uğraşırken, 1948-49 yılları arası öz vatanlarından ayrılmak zorunda kalan bir milyona yakın Filistinli, David Ben Gourion’un ve ondan sonrakilerin geri dönüşlerini kesin bir dille reddetmesi üzerine komşu ülkelerdeki kamplarda, çok zor şartlat altında yaşamaya başlarlar. İsrail sınırları içinde kalan ve bugünkü İsrail nüfusunun %14’ünü oluşturan Arapların durumu diğerlerinden pek farklı değildir. Her fırsatta zulme maruz kaldıklarını iddia eden Siyonistler söz konusu kendi çıkarları olduğunda Filistinlilere akıllara durgunluk verecek baskı yöntemlerini uygulamaktan çekinmezler.

BÜYÜK İSRAİL

İsrail devletinin ilan edilmesiyle yetinmeyen Siyonistler, nihai amaç olarak gördükleri Büyük İsrail(Eretz İsrail) hedefine yönelirler. Bu hayal meşruiyetini her şeyden önce Yahudi dini metinlerinde sıklıkla geçen Arz-ı Mevud’tan (yani Yahudilerin Tanrı tarafından kendilerine ebediyen verildiğine inandıkları Kutsal Topraklardan) alır. Güneyde Sina’dan (hatta bazı yorumlara göre Nil’den) Kuzeyde Fırat’a kadar uzanan bu topraklar, Siyonist hedeflerin ilham kaynağını oluşturur. İsrail bayrağının alt ve üstünde Fırat ve Kızıldeniz’i temsil eden iki mavi şerit Siyonistlerin devlet politikası haline getirdikleri yayılmacı emelleri dışa vuran birçok örnekten sadece biridir. Bugün bu ideal zor gibi görünse de; Siyonistlerin belleklerinde tazeliğini hala korumaktadır. Siyonist hareketin bir asırlık geçmişi göz önünde bulundurulduğunda Büyük İsrail’in bir ütopyadan çok daha fazla bir anlam içerdiği kanısına varmak yanıltıcı olmaz.

İSRAİL VE SAVAŞ

   Siyonistler uluslararası hukuka göre meşru temellere dayanmayan devletlerinin varlığını sürdürebilmek ve yayılmacı emellere sahip ideolojilerinin nihai amacına ulaşabilmek için savaşı, hedefe varmada temel araçlardan biri olarak görürler.

ALTI GÜN SAVAŞI, 1967

   Mısır’ın kendi egemenlik haklarına dayanarak Sina yarımadasından Mavi Berelilerin çekilmesini istemesi ve 23 Mayıs 1967’de Tiran boğazını İsrail ulaşımına kapatması, varlığını savaş ve şiddete borçlu olan İsrail’in harekete geçmesi için yeterlidir. Siyonistlerin gerçek yüzünü anlama ferasetinden yoksun olan Cemal Abdulnasır sağda solda hamasi nutuklar atarken, baskın bir saldırı niyetinde olan İsrail, tüm hazırlıklarını tamamlar. ABD ve bütün Avrupa başkentlerinin desteğini arkasına alarak uzun süredir titizlikle hazırladığı savaş planını uygulamaya koyar (5 Haziran 1967). Savaşın hemen başında hava hakimiyeti kuran Moşe Dayan komutasındaki İsrail ordusu, altı gün gibi çok kısa süre içinde Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı tüm cephelerde kesin zafer kazanır.

   Moskova ve batılı başkentlerin, ‘’İsrail saldırmayacak’’ yönündeki teminatına güvenerek, gerekli tedbirleri almayan Nasır, Arap dünyasının yaralarını bugün bile saramadığı büyük bir hezimetin baş mimarı olur. Hezimetin boyutları o kadar büyüktür ki; sadece Mısır on bin asker ve üç yüz kırktan fazla uçak kaybeder. Üç cephede birden savaşan İsrail’in kayıpları ise; yalnızca üç yüz asker ve otuza yakın savaş uçağıdır. Kesin bir zafer kazanan İsrail, Batı Şeria, Gazze, son derece stratejik konuma sahip olan Golan Tepeleri ve bütün Sina Yarımadası’nı işgal ederek Süveyş Kanalı’na kadar ilerler. Kudüs’ün tamamı İsrail’in hakimiyeti altına girer.

   İsrail, Sina Yarımadası dışında ele geçirdiği toprakların tamamında yoğun bir işgal süreci başlatır. Fanatik Yahudilerden oluşan birçok yerleşimciyi Batı Şeria, Gazze ve Golan tepelerinin değişik bölgelerine konuşlandırır. Bunları yeterli görmeyen İsrail, 1980’de Kudüs’ü ebedi başkent ilan eder. Bir yıl sonra da Golan tepelerini ilhak eder. Sina yarımadası ise 1979’da imzalanan Camp David anlaşması gereği 25 Nisan 1982’de boşaltılır. Zafer sonrası Başbakan Golda Meir, bütün kabine üyeleri ve üst düzey komutanlar, asırlardır hasret kaldıkları ağlama duvarını örüp, şükran duasında bulunurlar.

   Altı Gün Savaşı’ndan İsrail’in zaferle ayrılması, sorunun bittiği ya da çözülme aşamasında olduğu anlamına gelmez. Hartum Konferansı’nda toplanan Arap devletleri, İsrail’i tanımayı kesin bir dille reddederek, Filistin meselesi üzerine daha fazla eğilirler. Gerçi Arap liderlerin Filistin meselesindeki samimiyetleri her zaman için tartışma konusu olmuştur. Ama en azından kamuoyu önünde anti-siyonist görüntü sergilemeye özen gösterirler.

   Neden olduğu bozgunu içine bir türlü sindiremeyen Nasır, İsrail’e karşı 1970’e kadar sürecek yıpratma savaşını başlatır. Her zamanki gibi sert tepki gösteren İsrail, taciz atışlarına şehirleri, fabrikaları, limanları bombalayarak cevap verir. Maddi ve manevi açıdan çok pahalıya mal olan yıpratma savaşından da istenilen sonuç alınamaz. Nasır, dengeyi tekrar sağlayabilmek ve barış görüşmelerini başlatabilmek için, İsrail’e karşı zafer kazanmanın ön şart olduğunun farkındadır. Bir Arap zaferi için savaş hazırlığına, dolayısıyla silah arayışlarına koyulur.

KİPUR SAVAŞI ve CAMP DAVID

   Nasır’ın ömrü, hayalini kurduğu Arap zaferini görmeye yetmez ve 1970’de ölür. Yerine geçen Enver Sedat, Mısır dış politikasında, temel değişikliklere gider. Moskova’ya karşı mesafe konulup, Sovyet danışmanlar 1971’den itibaren ülkelerine geri gönderilir. Buna karşılık, ABD ve Avrupa devletleriyle yakınlaşılır. Dış politikada, bütün bu değişiklikler olurken, savunma bakanlığında da hareketli günler yaşanmaktadır. Sedat da, selefi Nasır gibi, İsrail’e karşı askeri bir zafer kazanılmadan ne rencide edilmiş onurlarını kurtarmanın ne de işhal edilen topraklarını geri almanın mümkün olmadığını biliyordu.

   Sedat, bu gerçeğin bilincinde olarak, 6 Ekim 1973’te Müslümanların Ramazan ayını Yahudilerin Kipur Bayramını kutladığı bir anda Suriye ile beraber iki cepheden İsrail’e saldırır. Arap orduları savaşın başlarında, iki cephede de önemli ilerlemeler sağlar. Ani bir baskınla şok olan İsrail, ABD’nin yoğun askeri ve lojistik desteği ile kısa sürede dengeyi sağlar. Uluslar arası kamuoyunun devreye girmesiyle taraflar 11 Kasım 1973’te ateşkes imzalar. Savaş mevcut durumda fazla bir değişikliğe neden olmaz. Ancak Mısır, 1967’te kaybettiği toprakların çok küçük kısmını geri almayı başarır.

   Bu kadar küçük bir başarının yeterli olmayacağı kanısında olan Sedat, Kipur Savaşı’nı büyük bir zafer gibi göstererek uzun süredir planladığı diplomatik girişimleri başlatır. Hiç kimsenin beklemediği bir anda, İsrail’e giderek Kneset’te tarihi bir konuşma yapar(Kasım, 1977). Sedat’ın ABD ve İsrail yetkilileri tarafından cesur olarak tanımlanan adımları karşılıksız kalmaz. İsrail, Carter’in önderliğinde 1978’de Camp David’de imzalanan barış antlaşmasından sonra Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği Sina Yarımadası’nı boşaltmayı kabul eder. Buna karşılık Mısır da İsrail’i tanır.

   Kneset’te başlayıp Camp David’de noktalanan bu diplomatik girişimler, Mısır’ın başrol oynadığı Arap dünyasında şok etkisi yapar. O tarihe kadar Arap milliyetçiliğinin beşiği olarak görülen Mısır; Suriye, Libya, Cezayir gibi sertlik yanlısı devletler tarafından 1990’ların başına kadar Arap dünyasından dışlanır. Tepkileri, biraz da alaycı tavırla umursamayan Enver Sedat, Camp David’in bedelini görkemli Kipur zaferini kutladığı merasim sırasında hayatıyla öder. (6 Ekim 1981)

   Sonlarının iyi bittiği 70’li yılların ilk yarısının İsrail açısından iyi geçtiği söylenemez. Anti-siyonist bakış açısına sahip üçüncü dünya ülkelerinin bu yıllarda uluslar arası arenada özellikle her ülkenin eşit bir şekilde temsil edildiği BM Genel Kurulu’nda etkin biçimde yer alması İsrail’i zora sokar. İsrail, çocuk katili olarak gördüğü Arafat’ın BM Genel Kurulu’nda görkemli bir konuşma yapmasını(14 Kasım 1974) ve Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ)’nün BM’nin kurumlarında gözlemci statüsüne sahip olmasını engelleyemez. İsrail karşıtı güçlerin başarıları bununla sınırlı kalmaz. BM bir adım daha atarak ABD, Avrupa devletleri ve İsrail’in karşı çıkmasına rağmen yirmi dokuza karşı yetmiş oyla, Siyonizm’in ırkçılık olduğu yönünde karar alır(17 Kasım 1975). Bu karar, Siyonist hareketin kuruluşundan bu yana aldığı en büyük diplomatik darbedir. BM İsrail temsilcisi Haim Herzog ‘’Biz Yahudiler bunu unutmayacağız!’’ diyerek lehte oy veren ülkeleri diplomatik bir dille tehdit eder. Gerçekten de tesadüf müdür bilinmez ama tasarıya lehte oy veren ülkelerin –ki bunların ezici çoğunluğu üçüncü dünya ülkeleridir- büyük bölümü bu tarihten itibaren içte ve dışta birçok sorunla uğraşmak zorunda kalır. Lehte oy veren ve o yıllarda anti-siyonist tavırlarıyla dikkat çeken Uganda’nın başına gelenler bunun en bariz örneğidir. Uçak kaçırılmasını bahane eden İsrail, Uganda’nın Entebbe havaalanına askeri operasyon düzenleyerek Filistinli eylemcilerin dışında, yüzden fazla Ugandalıyı öldürüp milyonlarca dolarlık maddi hasara yol açar. O dönem BM Genel Sekreteri olan Kurt Waldheim’in daha sonra başına gelenlerin rastlantı olduğuna inanmak güçtür.

LÜBNAN İŞGALİ

   Mısır’ın içinde olmadığı savaş senaryolarının gerçekçi olmayacağını bilen İsrail, Altı Gün Savaşı’nı müteakip Filistinlilerin umut kaynağı haline gelen FKÖ ve onun konuşlandığı Lübnan’a yönelir. Arap tarihine kara bir leke olarak geçen 1970’deki ‘Kara Eylül’den sonra Lübnan’a sığınmak zorunda kalan Filistinli direnişçiler İsrail’e karşı saldırılarını yeni üslerinden gerçekleştirmeye başlarlar. Bu, misillemeyi devlet politikası haline getiren İsrail için savaş anlamına geliyordu. FKÖ’yü hedef alan askeri harekat için tüm hazırlıkları tamamlayan savunma bakanı Şaron, Celile’de barış adını verdiği operasyon için uygun zamanı beklemektedir. İsrail büyükelçisi Şlama Argov’un 3 Haziran 1982’de öldürülmesi, Şaron’a beklediği fırsatı verir. 40 bin kişilik İsrail ordusu büyükelçinin öldürülmesinden sadece üç gün sonra 6 Ağustos 1982’de Lübnan’a girer. Celile’de barış adının aksine; bölgeye sadece kan ve gözyaşı getirir. Arap başkentlerinin sessiz bakışları arasında ilerleyen İsrail birlilkleri, 13 Haziran 1982’de Beyrut önlerine ulaşır. İsrail’in yoğun ateşine uzun süre direnen Yaser Arafat, Kral Fahd’ın girişimleri sonucunda şehri boşaltmayı kabul edip, adamlarıyla beraber Fransa ve İtalya’nın koruması altında Lübnan’ı terk eder. Kısmen de olsa hedefine ulaşan İsrail, Beyrut’tan çekilir.(1983) Ülkenin güneyinde de güvenlik şeridi altında 2000 yılına kadar sürecek işgal bölgesi oluşturur.

   Hızını alamayan Şaron komutasındaki İsrail ordusu, hıncını Filistinli sivillerden çıkarır. Lübnanlı falanjistlerin 16-18 Eylül tarihleri arasında kendi denetimleri altında bulunan Sabra ve Şatila kamplarına girerek binlerce masum insanı hunharca katletmesine ses çıkarmazlar. En iyimser tahminlere göre, üç binden fazla sivil Filistinli, falanjistlerin kurşunları altında can verir. Görüntü ve haberlerin dünya kamuoyunu şok etmesi üzerine soruşturma başlatan İsrail ordusu, olayda Başbakan Menahem Begin, Izak Şamir ve Savunma bakanı Ariel Şaron’un sorumluluğunu kabul etmek zorunda kalır. Begin, olayları alaya alırasına ‘’Goylar(Yahudi olmayanlar) birbirini öldürüyor; ama İsrail asılmak isteniyor’’ der. Soruşturma suçluları cezalandırmaktan ziyade, dünya kamuoyunu teskin etmeye yönelik olduğu için, adil bir sonuç alınamaz. Zaten İsrail’den, devlet politikası haline gelen şiddeti yargılaması beklenemezdi. Eskinin teröristi, yeninin Nobel Barış Ödüllü başbakanı Begin: ‘’Bizim misillemelerimizdeki zulmü şeytan bile tasavvur edemeyecek!’’ dememiş miydi?

OSLO’YA DOĞRU

  FKÖ’nün Lübnan’ı terk ettiği tarihten 1980’lerin sonlarına kadar süren dönemde İsrail’e karşı mukavemette ve FKÖ’nün Arap dünyası ile Filistinliler nezdindeki itibar ve etkinliğinde azalma görülür. İsrail için her şeyin iyi gitmeye başladığı dönemde işgal edilmiş topraklarda patlak veren bir olay, çaresizlik içinde kıvranan Arafat’ı kurtardığı gibi, Filistin sorununu tekrar dünya gündeminin ön sıralarına taşır. İşgal altında büyüyen genç Filistinlilerin FKÖ’nün insiyatifi dışında 1987’nin aralık ayında başlattıkları ayaklanma(intifada) kısa sürede işgal edilen toprakların tamamına yayılır. Kendisinden sayıca kat kat üstün Arap ordularına karşı kesin zaferler kazanan İsrail ordusu, sadece taş fırlatan küçük Davut’lara karşı çaresiz kalır. 1. İntifada, İsrail’in katliam boyutlarına ulaşan sert müdahalelerine rağmen yayılarak devam eder.

   Bu arada İsrail’de iktidara İzak Rabin ve Şimon Perez önderliğindeki İşçi Partisi gelir. Uluslararası arenada, İsrail’in siyasi açıdan güçlü bir konumda olduğunun farkında olan Rabin, siyasi itibarını kaybetmiş, Arap devletleri tarafından dışlanmış Arafat’la barış yapmanın İsrail’in yararına olduğunu düşünerek, ilerde Oslo Anlaşması’nın temelini oluşturacak diyalog sürecini başlatır. Yayılarak devam eden İntifada, 1991’de Madrid’de başlayan barış sürecini paradoksal bir şekilde hızlandırır. Siyasi linç ile karşı karşıya kalan Arafat, otuz yıllık silahlı mücadelesini reddedecek derecede ağır tavizler içeren bu süreci kabul etmek zorunda kalır. Taraflar arasında 1993 yazında Norveç Dışişleri Bakanı Joergen Holst arabuluculuğuyla yapılan gizli görüşme, iki tarafın karşılıklı olarak birbirini tanıdığı mektuplarla sonuçlanır.

   İlk önce Gazze ve Eriha adıyla bilinen Oslo Görüşmeleri’nde sanılanın aksine büyük ilerleme sağlanamaz. Kudüs’ün statüsü, 1948’den beri sürgünde yaşayan Filistinli mülteciler, yerleşimciler, sınırlar gibi temel sorunların tartışılmadığı Oslo Anlaşması sadece atılacak adımlar için takvim ve ana çerçeveyi belirler. Hedeflenen maddelerin hiçbiri zamanında yerine getirilmez. İsrail’in menfi tutumu nedeniyle hep ileri tarihe ertelenmek zorunda kalır. İzak Rabin’in fanatik bir Yahudi tarafından öldürülmesinden sonra iktidara gelen Likud Partili Netenyahu ile ondan sonraki İşçi Partili Barak’ın suni krizler çıkararak yavaşlattığı  sözde barış süreci, adı ‘Beyrut Kasabı’na çıkan Şaron’un gelişiyle tamamen durur. Ariel Şaron’un uzlaşmaz tutumu ve ABD başta olmak üzere diğer büyük devletlerin İsrail’in şiddet politikaları karşısında sessiz kalmaları üzerine, bölge yeniden kan gölüne döner.

   İsrail baskısı altında inleyen ve barış süreci diye senelerce oyalanan Filistin halkı, yapılan tahriklere daha fazla dayanamayarak yekvücut halinde, 2. İntifada’yı başlatır. Daha sonra Başbakan olan Şaron kendi kışkırtmaları sonucu patlak veren 2. İntifada’yı bastırmada aciz kalınca, başta çocuklar olmak üzere sivilleri hedef almaktan çekinmez. Amaç; şeytanın dahi tasavvur edemeyeceği yöntemlerle Filistin halkını sindirmektir.

   Siyonistlerin bölgeye girmesiyle akmaya başlayan kan, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen artarak devam etmektedir. İsrail hemen hemen bütün Arap devletleri tarafından ‘de facto’ olarak tanınmasına ve varlığına karşı gerçek bir tehdidin kalmamasına rağmen, dilinden düşürmediği güvenlik sorununu öne sürerek, bölgede terör estirmeye devam etmektedir. Ayrıca siyasi Siyonizm’in bir asrı aşkın geçmişi baz alındığında, bu hareketin içeriği(ideolojisi) itibariyle ırkçı, metotları itibariyle terörist, nihai amaçları itibariyle de sömürgeci oldukları görülür. Bu açıdan bakıldığında Siyonizm’in sadece bölge için değil, aynı zamanda dünya barışı için de büyük tehlike arz ettiği sonucuna varmak yanlış olmaz.