Günümüz Sudan Devleti’nin batısında yer alan Dârfûr bölgesi, tarih boyunca kendine has bir insan kitlesine sahipti. İlk önce Dâcû, ardından Tuncur kavimlerinin yaşadığı bölgede zamanla en kalabalık nüfusu oluşturan Fûr kavmi etkili olmaya başladı. Bu geniş topraklara da Arapça olarak “Fûrlular’ın yurdu” manasına gelen “Dâr-fûr” adı verildi.

Sudan’ın Çad sınırındaki Dârfûr, yaklaşık 500.000 km2 yüzölçümü ile genişlik bakımından Fransa’ya denktir ve bölgenin tahmini nüfusu 7,5 milyondur.

16. yüzyılda kurulan ve oldukça geniş bir bölgede hüküm süren Dârfûr Sultanlığı, aslında gayet müreffeh ve zengin bir medeniyet oluşturmuştu. 1882 yılında İngiltere’nin Mısır’a girmesi ve Sudan üzerinde de hak iddia etmesiyle önce İngiliz idaresine giren Dârfûr, 1956 yılında bağımsızlığını kazanarak, geçmişte olduğu gibi Sudan’ın bir parçası olarak kalmaya devam etti.

Yazılı ve görsel medyada ‘Dârfûrlular’ ifadesinin kullanılması, bu coğrafyada yaşayanların tek bir etnik kimliği paylaştıkları fikrinin oluşmasına sebep olmaktadır ki bu son derece yanlıştır. Çünkü Dârfûr’da yüzden fazla etnik grubun bulunduğu tahmin edilmektedir. Bu gruplar genellikle ‘Arap’ ve Arap olmayan anlamında ‘Zurka’ olmak üzere iki kategoriye ayrılmaktadır.

Dârfûr’da, 1985 yılında kuraklıktan ötürü güneye inen çoban Arap kabileler ile genelde bölgenin güneyinde meskûn olan çiftçi Fûr kabileler arasında sulak ve otlak araziler üzerinden sürtüşmeler yaşanmaya başlamıştı. Tamamı Müslüman olan bu bölgede, o dönemde bazı fitne tohumları ekilmiş ve aynı soydan gelen bu insanlar arasında bir tür sen-ben kavgası inceden inceye işlenmişti. Sudan hükümeti bu olayı başlangıçta fazla ciddiye almadı ve basit yöntemlerle çözeceğini düşündü. Çünkü bu dönemde güneyde John Garang isimli direnişçinin Hıristiyan dünyasının da etkisiyle başlattığı iç savaşın önünü almakla meşguldü. Merkezi hükümet, Dârfûr’da yerleşik hayat süren Mesalit ve Arave isimli kabilelerin içinde örgütlenen iki direnişçi gruba karşı, kendine yakın duran ‘’Cincavid’’ isimli kabileyi desteklemekle yetindi. Ve böylesine hassas bir dönemde Cincavidler, gönüllü milisler olarak devreye sokuldu ve aynı yörenin insanları arasında kıyasıya bir kavga da böylece başlatılmış oldu.

Sudan Hükümeti, 2003 yılından 2007 yılı ortalarına kadar yaşanan bu gerilimli ortamda yaklaşık 10 bin kişinin öldüğünü, yüz binlercesinin de yer değiştiğini kabul etmektedir. Uluslararası Af Örgütü’nün 2008 yılı itibariyle verdiği bilgiye göre 90 bin kişi direkt çatışmalar nedeniyle ölmüş, yaklaşık 200 bin kişi çatışmanın yol açtığı kötü şartlardan dolayı ölmüş ve 2,3 milyon kişi zorunlu göçe tabi tutulmuştur(Amnesty International, 2008). BM ise yaklaşık 300 bin kişinin öldüğünü belirtmiştir(Dalar, 2009: 94). Dârfûr’daki olaylarda ölenlerin sayısını veren raporlardaki farklı rakamlar, bazı raporların sadece çatışmalarda ölenlerin sayısını verirken; bazılarının açlık, hastalık gibi nedenlerle ölenleri de hesaba katmasından kaynaklanmaktadır.

Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi de Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir hakkında Dârfûr’da soykırım yaptığı ve bunun için de yargılanması gerektiği yönünde bir karar almıştır.

Aslında Dârfûr’daki mevcut krizin arkasında birçok sebep vardır. Bunlar: a) sömürgecilikle birlikte var olan siyasi düzen yerine ulus devlet ve merkeziyetçi yapının getirilmesi, b) geleneksel çatışma çözüm mekanizmalarının kaldırılıp yerine yeni sistemlerin konulamamış olması, c) göçebe ve yerleşik gruplar arasında doğal kaynaklar üzerinden yaşanan mücadele, d) Sudan hükümetinin Dârfûr bölgesini ihmal etmesi ve buraya yeteri kadar yatırım yapmamaları.

Şüphesiz bu sebepler arasında en önemlisi, bölgenin geçmişte sömürgeci yönetimler altına girdiği gerçeği ve bu yönetimlerin geriye bıraktıklarıdır. Şayet Afrika’da bir iç savaştan bahsedilecekse, savaşın yaşandığı yerin sömürge dönemi iyi araştırılmalıdır. Ali Mazrui’nin enfes ifadesiyle anlatmak gerekirse; ‘’Afrika’da yaşanan savaşların rengi siyahtır; ama bu savaşların kökleri beyazdır.’’  

Konunun uzmanlarından Çad Büyükelçimiz Ahmet Kavas’ın, Mazrui’yi haklı çıkaracak mahiyetteki değerlendirmesi ise şöyle: ‘‘Dârfûr meselesi yok, 1970’li yıllarda Sudan’ın güneyinde bulunan petrol yatakları üzerine kurulu soğuk savaşın yok ettiği insanlığın ölümle imtihanı meselesi var. Dârfûr’da ölen de, öldüren de kaybeden taraf olacaktır. Kazananlar ise bu oyunu aynen sömürgecilik döneminde olduğu gibi Washington’da, Pekin’de, Londra’da ve Paris’te yazanlar olacaktır. Sonuçta bu oyunun acısını bütün Sudanlılar çekecekler ve petrol sayesinde özledikleri refah dolu hayata belki de hiç kavuşamayacaklardır.’’

Sudan’da bir sene kaldığım müddet zarfında öğrendiğim bir Afrika atasözü ile bitirecek olursak: ‘’Filler dövüşür çimler ezilir, filler sevişir yine çimler ezilir.’’ Afrika’da da öyle olmuştur. Büyük devletler, Afrikalıları çarpıştırmışlar ve ezilen yine Afrika’nın halkı olmuştur. Tıpkı Dârfûr meselesinde ortaya çıkan acı tabloda gördüğümüz gibi…