Türkler, Afrika kıtasında en geniş topraklara Osmanlı Devleti zamanında kavuştular ve 16.-20. yüzyıllar arasında, bugünkü Fas devletinden kıtanın güneydoğusundaki Somali’ye kadar günümüzde mevcut on dört devletin topraklarını hâkimiyetleri altına aldılar. Böylece, kıtayı Hıristiyan tasallutundan korumakla beraber, bu topraklardaki İslâm medeniyetinin de dört asır muhafızlığını yaptılar. Özellikle de 16. yüzyıl başında filizlenmeye başlayan Avrupalıların sömürgeci mantığının karşısında engelleyici bir güç olarak durarak, kıtayla büyük bir yakınlaşma içine girdiler.
Zira Osmanlı Devleti’nin bugünkü Etiyopya’daki Harar Sultanlığı’na, Sudan’daki Func ve Darfur Sultanlıkları’na, Çad’daki Vaday Sultanlığı’na, Nijer’deki Kavar Sutanlığı’na, Nijerya’daki Kano ve Sokoto Sultanlıkları’na, Nijerya–Nijer-Orta Afrika-Çad ortak sınır bölgelerinde etkili olan Bornu – Kanim Sultanlığı’na ve Mali’deki Songay Sultanlığı’na yaptığı her türlü askeri, idari, ticari, ilmi ve dini konulardaki yardımlar bugün hem arşiv belgelerinde hem de ilgili tarih kitaplarında ifade edilmektedir.
16. yüzyılda Afrika’daki Müslümanların tamamına yakını Osmanlı hâkimiyetine girmiş veya bilhassa Bilâdu’s-Sudan (bugünkü tabirle Sahra altı Afrika) bölgesinde olduğu gibi; padişahı halife olarak kabul ederek, onun adına camilerinde hutbe okutmaya başlamışlardı. Kuzey Afrika kıtasını, 16. yüzyılda tamamen ele geçirmeyi amaç edinen Avrupalıların bütün planları, Osmanlı Devleti tarafından böylece boşa çıkartılmıştı.
Avrupa sömürgeciliği, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca daha ziyade Afrika kıtasının batı ve güney sahil şeritlerinde kurduğu ticaret kolonileri vasıtasıyla köle satın almanın ötesinde fazla bir varlık gösteremedi.
19. yüzyıla girildiğinde, Avrupalıların Afrika’yı tanıma merakı en üst seviyeye çıktı. Kısa zamanda Avrupa’da kurulan ve çoğu, kralların himayesinde desteklenen farklı Coğrafya Cemiyetleri ve Enstitüleri vasıtasıyla genç maceraperestler buralara gitmeye teşvik edildi. İçlerinden sağ dönebilenlere büyük mükâfatlar ve madalyalar takdim edildi. Yapılan bu keşifler sonucunda kıta hakkında yeterli malûmata sahip olan Avrupalı güçler, Osmanlı Devleti’nin bu dönemde zayıflamasını da fırsat bilerek sömürgecilik faaliyetlerini kıtanın her tarafına yaymayı başardılar.
1912’den sonra Afrika’da, Osmanlı Devleti’nin ne hâkimiyeti ne de nüfuzu kaldı. Fransa, İngiltere, Almanya, Portekiz, İspanya ve İtalya aralarında yaptıkları antlaşmalar gereği paylarına düşen kısımları işgal ettiler.
Osmanlı Devleti, Sahra altı Afrika siyasetinde sadece din merkezli bir düşünce ile hareket etmeyerek; sömürgecilik karşısında da bütün Afrikalıların yanında yer aldığını göstermiştir. Sömürgeci devletlerle hiçbir zaman paralel bir hedef gütmeyen Osmanlı Devleti, Sahra altı Afrika ile ilişkilerinde daima insani boyutu öne çıkarmış ve dini, siyasi, askeri ve hatta ticari konularda hep Afrikalılar yararına bir davranış göstermiştir.
Böylece Afrika toplumları da sahip oldukları milli, dini, içtimai ve kültürel bütün değerlerini genelde korumayı başarmışlardır. Osmanlı Devleti, kendi kültürünü doğrudan emperyalist bir tavırla ve zorla tebaasına kabul ettirmediği için bugünkü Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır ve Sudan’da Türkçe konuşan bir topluluk bulunmamaktadır. Oysaki Avrupalıların sadece yarım asır sömürgeleştirdikleri Afrika kıtasında bugün 25 ülkenin resmi dili Fransızca, yine bir o kadarının resmi dili ise İngilizce olup, birkaç ülkede de Portekizce ve İspanyolca resmi dil olmaya devam etmektedir.
Sonuç itibariyle: ‘’Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki en büyük etkisinin bu kıtanın parçalanmadan bir bütün olarak 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürmesi’’ şeklinde tanımlanabilir. Bu yüzden Osmanlılar, asırlarca kaldığı kıtadan çekilmek zorunda kalırken, arkalarında büyük bir saygınlık ve minnet duygusu bıraktılar. Öyle ki; hilafet merkezinin en zor zamanlarında, son derece sınırlı imkânlara sahip bu insanların yardımlarının İstanbul’a kadar ulaştırıldığına şahit oldular.
Yorum yok