GİRİŞ

Berberi komutan Tarık b. Ziyad, ordusunun başında İber yarımadasına geçerken bir rivayete göre rüyasında Hz. Peygamber (asm) ve dört halifenin de denizde suyun üzerinde yürüyerek oraya doğru gittiklerini görür. Bilahare Hz. Peygamber Tarık’ın yanına gelerek ona fethin müjdesini vererek Müslümanlara iyi davranmasını, gayrimüslimlerle yapacağı antlaşmalara da sadık kalmasını ister.

Bazı kaynaklarda yer alan bu rüya ile Müslümanların 711’de başlayıp, Beni Ahmer Devleti’nin başkenti olan Gırnata’nın 1492’de düşmesiyle yitirdikleri, 1609’daki büyük sürgünle de tamamen koparıldıkları Endülüs macerası, bugün aradan geçen uzun yüzyıllara rağmen siyaset, kültür, sanat, bilim çehreleri tarafından hâlâ büyük bir ilgiye mazhar olmaktadır.

Biz, tarihin sadece geçmişe ait olmadığı; bilakis günümüz ve günümüz meselelerine de ışık tutacağı inancı ve ümidindeyiz. Zira tarihte yaşananlar, sadece bir hatıradan ibaret değildir. Bu sebeple ‘’yitik cennet’’ olarak isimlendirilen Endülüs’ün kültür ve medeniyet tarihinden alacağımız ibret ve ilhamın, 21. yüzyılda birçok problemle karşı karşıya kalan İslam Dünyası’nın yeni bir medeniyet inşasına da büyük katkılar sunabileceğini düşünüyoruz.

Bu bağlamda, üç ana başlıktan oluşan bu yazımızda zaman içinde tarihi bir yolculuğa çıkarak asırlarca dünyaya ışık saçan Endülüs’e gideceğiz. Tabiri caizse, oradan tutmaya çalışacağımız bir ayna ile de içinde bulunduğumuz yüzyılda İslam medeniyetinin temel dinamiklerinin ve yeni ufuklarının nasıl olması gerektiği sorusuna cevaplar aramaya çalışacağız.

1.CİDDİ ÖZGÜVEN VE SARSILMAZ BİR ÜMİT SAHİBİ BİREYLER YETİŞTİRMEK

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki; gerek gündelik yaşantımızda şahit olduğumuz gerekse de yazılı ve görsel medyada takip edebildiğimiz kadarıyla hemen hemen herkes, İslam dünyasının dolayısıyla da Müslüman toplumların bazı problemleri olduğundan bahsetmektedir. Ortada bir problemin olduğunun bilinmesi, bunun farkına varılması her ne kadar sevindirici olsa da ne yazık ki bu, problemin çözümü için tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Tıpkı hasta birinin hasta olduğunu bilmesinin başka, bu hastalığın tam olarak neden kaynaklandığını ve bu hastalığa karşı nasıl bir tedavi süreci izleyeceğini bilmesi için doktora başvurmasının başka olması gibi…

Evet, Hz. Peygamber’in (asm) Medine’de kurduğu İslam devleti, Dört Halife devri ve akabinde kurulan Emevi ve Abbasi devletlerinin de çabalarıyla artık Arabistan’dan Anadolu’nun içlerine ve Azerbaycan’a, Afrika’dan Avrupa’nın güneyine kadar uzanan bir coğrafyaya kadar sınırlarını genişletmişti. Daha sonra Anadolu topraklarında kurulan Selçuklu ve Osmanlı devletleri ile belki de İslam medeniyeti en zirvedeki yüzyıllarını yaşıyordu.

17. ve 18. yüzyıllara gelince, Batı’da Aydınlanma Çağı diye nitelendirilen zaman diliminde ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleri, Sanayi Devrimi gibi modernist girişimler karşısında, bütün Müslüman toplumlarını hilafet bayrağı altında toplayan ve onların hamiliğini üstlenen Osmanlı Devleti’nde hakim argüman ‘’devlet ebed müddet’’ anlayışı idi. Yani ‘’biz öyle bir devlet kurduk ki, kıyamete kadar bu devlet baki kalacaktır!’’ söylemi neticesinde fikri dinamizmin durağanlaşması, çağın ihtiyaçlarının doğru tespit edilip ona göre hareket etmekte muvaffak olunamaması gibi birtakım harici ve dâhili sebepler neticesinde Osmanlı Devleti dolayısıyla da İslam medeniyeti, Batı karşısında bir durağanlaşma ve gerileme çağına girdi.

Bazı düşünürler, İslam medeniyetinin tarihi süreçte birtakım bunalımlar yaşadıklarını, birtakım tarihi sınavlarla karşı karşıya kaldıklarını belirtirler.[1] Bu görüşlerin hepsini burada detaylıca zikretmemiz zaten mümkün değildir. Fakat tespit edebildiğimiz kadarıyla burada varılan ortak kanı şudur:

İslam medeniyeti, Haçlı Savaşları, Moğol İstilaları gibi büyük askeri meydan okumaları, bünyesinde barındırdığı askeri dehaların gayretleriyle aşmayı başarmıştır. Fakat yukarıda da çok genel bir şekilde belirttiğimiz gibi; Batı’da ortaya çıkan Rönesans ve Reform adlı yenilik hareketleri ve 18. yüzyılda buharlı makinelerin icadı ile gerçekleştirilen Sanayi Devrimi neticesinde Avrupa’nın büyük devletleri adeta ‘’iştahı kabaran bir dev’’ görünümü çizerek hammadde arayışı içerisine girdiler ve sömürgecilik yarışına başladılar.

Bu da başta sözünü ettiğimiz gibi, Müslüman toplumlarda büyük sıkıntılara ve huzursuzluklara yol açtı. Zira İslam medeniyetinin sömürgecilikle birlikte Batı medeniyetiyle olan hesaplaşması aradan geçen iki yüzyıla rağmen hâlâ sürüyor. Peki Neden? Çünkü sömürgecilik sadece askeri bir meydan okuma değildi. Askeri meydan okuma olsa, Şeyh Şamil, Ömer Muhtar gibi anti-sömürgeci mücadeleyi yürüten birçok ismin oluşturduğu birikim ile rahatlıkla bu aşılabilirdi. Sömürgecilik öncelikle zihinsel bir dönüşümü, ekonomik bir dönüşümü ve son olarak da siyasal bir dönüşümü beraberinde getirdi.[2]

Aslına bakılırsa, sömürgeci güçler işgal ettikleri bölgelerin sadece yeraltı ve yerüstü maddi zenginliklerini sömürmekle kalmayıp, o milletlerin geleceğe dair hayallerini, ideallerini ve dahi ümitlerini de ellerinden almışlardı.

Evet, bizler bugün birtakım problemlerimiz olduğunu biliyoruz. Ama en başta da bu teorik bilginin asla yeterli olamayacağını, zira problemlerimizle yüzleşmek ve bunlara çözüm üretme çabası içerisinde olmamız gerektiğini de ifade ettik.

Bu sebeple, bugün yeni bir medeniyet inşasında olmazsa olmaz birinci önceliğimizin kendimize güvenmek ve bu doğrultuda da sarsılmaz ve kuvvetli bir ümit beslememiz gerektiğine inanıyoruz. Zira inanmak, zafere atılan ilk adımdır. İnançlarını, kendilerine olan özgüvenlerini kaybeden, ümitlerini yitiren bir millet, bir ümmet yok olmaya da mahkûmdur.

İlginçtir ki; Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de 1911’de Şam’da içinde 100 âlim ve 10 bin kişilik bir cemaat olan Şam Emevi Camisi’nde irad ettiği hutbesinde İslam dünyasının içinde bulunduğu 6 hastalıktan birincisi olarak ye’si yani ümitsizliği göstermesi[3] son derece dikkat çekicidir. Üstad, Avrupalıların gerçekleştirmiş oldukları maddi terakkiye bedel; Müslümanların kendi geri kalmışlıklarına bakarak ümitsizliğe kapıldıklarını görmüş ve bu hastalığın çaresi olarak da ‘’Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin’’[4] ayetinin ışığında rahmet-i İlahiye’ye kuvvetli bir ümit beslemek gerektiğinin üzerinde ısrarla durmuştur.

Bosna’nın kahramanı Bilge Kral Aliya’nın ‘’Hedefimiz: Müslümanların İslamlaşması, sloganımız: inanmak ve mücadele etmek!’’ ile Mısır’da Müslüman Kardeşler Cemiyeti’nin kurucusu Hasan el-Benna’nın ‘’Asla ümitsiz olmayın. Zira ümitsizlik, Müslümanın ahlakından değildir.’’ şeklindeki telkinleri de, söz konusu olan ümide işaret etmektedir.

Konumuz itibariyle; Tarık b. Ziyad 711’de 7 bin kişilik ordusunun başında, daha sonra kendi adına nispetle Cebelitarık diye anılacak boğazdan Avrupa anakarasına geçmiş ve askerlerine ‘’Önünüzde düşman, arkanızda deniz…’’ diye hitap ederek savaşıp Vizigot Kralı Roderik’in 70-100 bin kişilik kalabalık ordusunu yenmiştir.[5]

Koca bir ordunun zaferi, elbette tek bir kişiye verilemez; ama şuna da değinmekte fayda var ki: sıradan bir müntesibine güvenmeyen, onu hor gören, toplumun dışına iten bir anlayışın hâkim olduğu toplumlar, bize göre sağlam ve uzun soluklu bir medeniyet inşa etmeye muvaffak olamazlar. Çünkü tarih bize iki kere iki dört eder katiyetinde gösteriyor ve ders veriyor ki; bazen tek bir zat, bir milletin, bir devletin kaderini değiştirebiliyor. İşte; Endülüs’ün fethine önayak olarak, asırlar boyunca İslam ile Batı medeniyetlerinin çeşitli alanlarda bir etkileşim sürecine girmesine kapı aralayan komutan Tarık b. Ziyad gibi…

’’Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir yiğidi, bir yiğit bir orduyu, bir ordu da bir devleti kurtarır.’’ diye kültürümüzde özdeyiş haline gelen söz de bu hakikate işaret etmektedir.

Sadece Tarık mı? Elbette hayır… Endülüs’ün serbest bilimsel ortamı içerisinde yetişen ve dünya bilimler tarihine adlarını yazdıran, ‘’Endülüs’teki mekanik mühendisliği konusunda yazılmış tek eserin sahibi el-Muradi, Endülüs’ün Öklid’i diye tanınan Mesleme el-Mecriti, ilk defa fıkıh ameliyatını gerçekleştiren, ameliyatlarında kendisine has anestezi metodunu uygulamaya sokan, çürük dişlerin kırılmadan çekilebilmesi için kurşunla doldurulup çekilmesi fikrini ortaya atan ilk doktor ve kanamanın durdurulması konusunu 1552’de ortaya atan Ambroise Pare’den beş asır önce,  kanamanın durdurulması konusunda üç öneri sunan (a- damar bağlama, b- dağlama, c- damarı sıkıştırma) doktor olarak bilinen Zehravi, ‘’Safha’’ adıyla bilinen evrensel usturlabın icadı Zerkali, Batlamyus’un yanlışlarını düzelten âlim olarak kayıtlara geçen ve küresel trigonometriye ilişkin verdiği bilgiler ile Batı trigonometrisi üzerinde etkili olan Cabir b. Eflah, 400 kilo ağırlığında, iki metre çapında, gümüşten yaptığı bir dünya küresi üzerine yedi kıtayı son derece isabetli bir şekilde yerleştirerek, ticaret yollarını, gölleri, nehirleri, büyük şehirleri, ovaları, dağları gösteren ve yaptığı son derece başarılı dünya haritaları ile de üç asır boyunca Avrupalı denizcilere yol gösteren, Kristof Kolomb ile Vasco da Gama’nın kullandıkları haritaların, onun haritasından alındığı İdrisi, kaleme aldığı Hayy b. Yakzan adlı eseriyle Daniel Defoe’nin telif ettiği Robinson Crusoe eserine ilham kaynağı olan İbn Tufeyl, Avrupa’da Averreos olarak tanınan, Avrupa’ya en çok tesir eden İslam âlimlerinden olan, 12. yüzyılda çalışmalarının Latince’ye tercüme edilmesiyle Avrupa’ya Aristoteles’i tanıtan âlim olarak meşhur olan İbn Rüşd, göz hastalıkları üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen ve geliştirdiği trahom tedavisi İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Avrupa’da kullanılan ve büstü ölümünün 800. yıldönümü olan 1965’te Kurtuba Belediye Hastanesi’nin avlusuna dikilen el-Gafiki…’’[6] ve daha nice zatlar da yukarıdaki iddiamıza asırlar ötesinden şehadet ediyorlar.

Davutoğlu, ‘’En büyük beyinler, en bunalımlı dönemlerde ortaya çıkar. Fransız İç Savaşı’nda Rousseau’nun, İngiliz İç Savaşı’nda Hobbes’un, Alman parçalanmasında Hegel’in, Kant’ın, bütün o parçalanma sürecinde ortaya çıkması gibi, (İslam toplumlarında da) bu bunalımların yaşandığı zeminlerde çok güçlü ve yeni bakış açıları söz konusu olacağı…’’[7] iddiasında bulunur.

Müslüman toplumlar olarak bizler de bu ruh ile bugün içinde bulunduğumuz problemlerin çözümü için sadece ‘’ah! vah!’’ edip gözyaşı dökmek yerine, biraz da göz nuru dökmeliyiz.

Ve unutmamalıyız ki; geleceğe endişe ile değil ümitle bakan, şevkini, heyecanını her daim canlı tutabilen, çalışkan ve tarihte nerede durduğunu bilerek, tarihin akışını korkuyla izleyen değil, o akışa yön verebilme gaye ve gayretini omuzlarına yüklenmiş bir vazife bilenlerden olmalı ve bu doğrultuda bireyler yetiştirmeliyiz.

2.BÜYÜK GEÇMİŞLERİN İZİNDEKİ BÜYÜK GELECEKLER

Büyük gelecekler, ancak büyük geçmişlerin bilgi, birikim ve tecrübelerinin yeniden yorumlanmasıyla inşa edilebilir. Onun için gerek fert, gerek millet gerekse de ümmet olarak aidiyet duyulan yer ne kadar köklü ise, geleceğe dair söylenecek sözler de o nispette kuvvetli ve tesirli olur. Biz Müslümanlar, bu konuda çok şanslı olmalıyız ki; gerek idari ve ekonomik yapı, gerekse sosyal ve ilmi hayat gerekse de sanat, mimari ve şehircilik gibi alanlarda bütün dünyayı kendisine hayran bırakan müthiş bir Endülüs tecrübesine sahibiz. İşte; ben-idrakimizin farkına varıp, tarihte nereye ait olduğumuzu bilip, bu kadim mirasımızı, 21. yüzyılın askeri, siyasi, idari, ekonomik, bilimsel ve kültürel parametrelerine göre yeniden yorumlama noktasında muvaffak olabilirsek, birçok problemimizin üstesinden gelebileceğimiz inancı ve ümidindeyiz.

Şimdi kısa kısa bu başlıklara değinelim:

2.a. Sosyal Hayat

 Müslümanların Endülüs’ü fethetmesinden önce İspanyol toplumu, Hristiyan Hispano-Romanlar, Vizigotlar ve Yahudilerden oluşmaktaydı. 711’de Tarık b. Ziyad’ın 7 bin kişilik ordusu ile kalabalık Vizigot ordusunu mağlup etmesi neticesinde başlayan fetihler, İspanya’nın içlerine kadar devam etti. Bunun tabii neticesi olarak İspanya toplumuna Araplar ve Kuzey Afrikalı Berberiler de yavaş yavaş dâhil olmuş oluyorlardı. Bunların hakkında kesin rakamlar mevcut değildir. Bununla beraber Araplar’ın 40 ile 50 bin, Berberilerin ise bunun birkaç misli olduğu tahmin edilmektedir. Vizigotlar döneminden devralınan gayrimüslim nüfusun yaklaşık 4 milyon olduğu tahmin edildiğine göre, fatihlerin nüfusunun yarımadanın yerli halkının nüfusuna kıyasla küçük bir azınlık durumunda olduğu ortaya çıkmaktadır.[8]

Burada şu noktayı da önemle vurgulamamız gerekmektedir ki; İspanya toplumunda, fetihler öncesinde Hint toplum yapısını andıran bir tabakalaşma (imtiyazlılar, hürler, köleler) mevcut iken[9], Müslümanların siyasi hâkimiyeti tesis etmesi ile bu sistem ortadan kaldırılmış ve İslamiyet’in temel karakteristik yapısına uygun olarak sosyal eşitlik ve hoşgörü prensibi hayata geçirilmiştir.

2.b. Eğitim

 Cahiliye karanlığını, Kur’an’ın nuru ile aydınlatan İslamiyet, bütün Müslümanları ilim öğrenmeye davet ve teşvik etmiştir. ‘’Yaratan Rabbinin ismiyle oku!’’[10], ‘’Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?’’[11] ayetleri, Hz. Peygamber’in (asm) ‘’İlim Çin’de bile olsa, gidip onu alınız.’’, ‘’Hikmet, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.’’ şeklindeki telkinleri, Bedir Savaşı’nda esir edilen müşriklerin Müslümanlardan on kişiye okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakılması[12] gibi olaylar, dinimizin eğitime verdiği önemi açıkça ortaya koymaktadır.

Bu itibarla, Müslüman devlet başkanları da, halklarının eğitimine büyük önem vermişlerdir. Örneğin; Endülüs hükümdarlarından II. Hakem’in en önemli icraatlarından biri, fakir ve kimsesiz çocukların eğitimi için parasız okullar açmasıydı. Hollandalı ünlü şarkiyatçı R. Dozy, Avrupa’da din adamları dışında, devletin en üst mertebelerinde oturanların bile okuma yazma bilmedikleri bir dönemde Endülüslülerin çocuklarının okuma yazma öğrendikleri sonucuna ulaşır.[13]

İspanyol araştırmacı G. Gozalbes Busto da Endülüs’te okuryazarlık oranının yüksekliğine dikkat çekmekte ve bu bağlamda Müslümanlar arasında görülen yüksek okuma yazma oranına hiçbir Avrupa ülkesinde rastlanmadığını, bu ülkelerde kültürün kilise ve manastırlara hapsedildiğini dile getirdikten sonra, misal olarak ünlü Frank İmparatoru Charlemange’ın okuma yazmayı ancak ihtiyarlık döneminde öğrenebilmiş olmasını göstermektedir.[14]

Bu tespitler Endülüs’teki eğitim seviyesinin, aklı kilisenin tekeline kaptıran Ortaçağ Batı düşüncesine kıyasla ne kadar yüksek olduğunu ifade etmesi bakımında gayet önemlidir.

2.c. Dini Hayat

 İspanya’nın fethinin en önemli etkilerinden biri de şüphesiz dini alanda kendini hissettirmiştir. Çünkü fetihten önce bu topraklarda hüküm süren Vizigotlar’ın tek dinli toplum tasarılarına ve bu tasarıma uygun uygulamalarına mukabil Müslüman fatihler, dini çoğulculuğa izin veren bir hukuki düzeni hayata geçirmişlerdi. Üç semavi din olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in bir arada yaşamasını, karşılıklı etkileşimde bulunmasını mümkün kılan bu düzen için günümüzde convivencia (birlikte yaşama) kelimesi kullanılmaktadır.[15] (Makalemizin ana temalarından biri olan bu konuyu ileride çok daha detaylı bir şekilde ele alacağız.)

2.d. Şehircilik

Müslümanlar, fethettikleri bölgelerde barış, huzur, can ve mal güvenliğini temin etmekle beraber, oralarda adeta yeni bir şehir inşa etmeye koyulmuşlardı.

Arap coğrafyacılarına göre yalnız Kurtuba’da iki yüz bin ev, altı yüz cami, beş yüz hastane, sekiz yüz medrese, dokuz yüz hamam bulunmaktaydı. Ziya Paşa, bu konuda her ne kadar mübalağa ihtimali hatıra gelirse de, Arapların ne derece medeni olduğuna, şahsi durumlarına ve idarelerinin nasıl olduğuna bakıldığında bu miktarın çok olmadığını iddia eder.[16]

Başkent Kurtuba’nın her yanına dağılmış halde bulunan 600’den fazla kütüphane vardı. Şehrin en büyük kütüphanesi, farklı dillerde kaleme alınmış 400 binin üzerinde kitaba sahip olmakla övünüyordu. Şehirde bulunan sayısız dükkânda, Avrupa’nın her yanında kıymet gören eşya üretiliyordu. Deri, ipek, kâğıt, yün ve billur gibi şeylerin tamamı imal ediliyor ve bunlar tıpkı İslam dünyasının olduğu gibi Avrupa’nın da her tarafına götürülerek pazarlanıyordu. Burası gelişmemiş ve genellikle de eğitimsiz Avrupa ile İslam dünyasının büyük ve kültürel açıdan gelişmiş şehirleri arasında bir köprü olarak vazife gören, dünya standartlarında, birinci sınıf bir şehirdi.[17]

Endülüs şehirlerinin temizliği, bahçe düzenlemeleri, gece lambaları, sokakları, altın-kiremit renkli surları, havuzları, hamamları Avrupa’da dillere destan olmuştur. Müslüman Endülüs, Ortaçağların ‘’karanlığı’’nda bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.[18]

İslam coğrafyasında büyük ilim, düşünce ve sanat eserlerinin vücuda gelmesinde İslam şehirlerinin kozmopolit yapısı hayati rol oynamıştır. Kültürel zenginliğin, ilmi derinliğin, dini özgürlüğün, sosyal mobilitenin ve toplumsal dayanışmanın en güçlü olduğu yerler, kozmopolit kimliğin kök saldığı yerleşim birimleri olmuştur. Bağdat, Şam, Kahire, İskenderiye, İstanbul, İsfahan, Lahor, Kurtuba, Granada gibi şehirler derinlik, esneklik ve hareketliliğin en yoğun yaşandığı yerler olmuştur.[19]

Mimari alanda da Müslümanların benzersiz etkileri söz konusudur. Günümüzde Endülüs’te, İspanya’nın diğer bölgelerinde ve Güney Fransa’da halen ayakta duran muhtelif yapılar bunun canlı tanıklarıdır. Müslümanlar, Endülüs’teki devletlerin yıkılmasından sonra bile Avrupa’nın büyük mimarları olmayı sürdürmüşlerdir.[20]

M. Fuad Köprülü’nün ‘’Ortaçağ İspanya’sında İslam hâkimiyeti yıkıldıktan sonra kurulan Hristiyan devletlerinde, Kastil ve Aragon krallıklarında hemen bütün idari, askeri, asli ve mali müesseselerin, hatta aynı isimler altında devam ettiği bütün mütehassıslarca kabul edilmiştir.’’[21] şeklindeki tespiti de, Endülüs medeniyetinin Batı üzerindeki etki kapasitesini göstermesi açısından güzel bir örnektir.

2.e. Ekonomik ve Kültürel Hayat

 Müslümanlar, İspanya ve Sicilya yoluyla Avrupa’ya ilk kez Hindistan ve Suriye’den portakal ve limonu, İran’dan gül ve şeftaliyi, Yakındoğu ve Ortadoğu’dan çilek, incir, ayva, ıspanak, enginar, kuşkonmaz, pamuk, pirinç, şekerkamışı, kenevir, dut ağacı ve ipek tırtılını getirdiler ya da kimileri Batı’da ortadan kalktıktan sonra yeniden getirilmiş oldu.[22]

Suyun buharlaşarak azalmasını önlemek için kanallarla yer altından naklini İspanya’da ilk defa Müslümanlar uygulamıştır. Avrupa’ya palamut ve hurma ağaçlarından katran elde edilmesini öğretenler de yine Endülüs Müslümanlarıdır.[23]

 Müslümanların rençberlik ve meyvecilikle ilgili bilgilerini çiftçiler arasındaki ilişkiler vasıtasıyla İspanya’ya oradan da Fransa’ya yayılmıştır.[24]

Endülüs Müslümanlarının ekonominin yanında, kültürel alanda da Avrupalılar üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Örneğin; Avrupa’nın Müslümanlardan öğrendiği bir teknoloji de kâğıt üretimidir. Avrupa’nın kâğıtla tanışması, Endülüs Müslümanları sayesinde olmuştur. Hicri dördüncü, miladi onuncu asırda Şatıba şehrinde kâğıt üretimi yapan birçok işletme kurulmuştu. Bir asır sonra kâğıt üretimi Toledo’ya da taşınmıştı. Günümüzde bile o dönemde üretilen kâğıtlara yazılmış birçok belge ve kitap bulunmaktadır. Şatıba şehri de kâğıt üretiminde o derece ilerlemişti ki tarihçi el-İdrisi’nin de belirttiği üzere doğuya kâğıt ihracatı yapar olmuştu. Avrupa’nın kâğıtla tanışması on üçüncü yüzyılda olmuştur. Bu yüzyılda Avrupalılar Endülüs’ten kâğıt ithal etmeye başlamışlar ve ilk kez Fransa’da İspanya’dan gelen bilgi ve teknoloji ile kâğıt üretimi başlamıştır.[25]

 Endülüslüler tarafından keşfedilen müvaşşah ve zecel adlı iki şiir türü, Avrupa şiirinin oluşmasında da etkin rol oynamıştır. Bu tezi savunan ilk Batılı Julian Ribera’dır. Ribera, uzun yıllarını alan araştırmaları neticesinde müvaşşah ve zecel şiirlerinin ‘’Ortaçağı izleyen gelişme döneminde ortaya çıkan Batı şiirinde kullanılan şiir kalıplarının oluşumundaki sırları açıklayan anahtar olduklarını’’ ifade etmiştir.[26]

On üçüncü, on dördüncü ve on beşinci asırlarda ortaya çıkan İspanyol şarkıları da, modern Avrupa müziğinin ortaya çıkışında büyük rol oynamıştır. Orta Çağ’da İspanya’ya giden soylular, müzisyenler, orta ve üst tabaka mensupları, ülkelerine döndüklerinde İspanya’da dinledikleri Endülüs İspanyol müziğine duydukları hayranlığı ifade etmekten geri durmamışlardır.[27]

Halife II. Hakem, Doğu kitaplarının kopyalarını Kurtuba’daki kendi kütüphanesi için yazdırdı. Bunların sayısı 400 bin kadardı. O dönemde Hristiyan Kuzey Avrupa’nın en büyük ve en önemli kütüphanelerinden biri olan St. Gall Manastırı Kütüphanesi ise, 600 ciltlik kitap varlığı ile kendince gurur duyuyordu.[28] 14. yüzyılda Paris Üniversitesi kütüphanesinde bile 2000 kadar kitap vardı.[29]

2.f. İlmi Hayat

Yukarıda İslamiyet’in emri doğrultusunda Müslümanların eğitime verdikleri önemden kısaca bahsetmiştik. Lakin burada konuya daha spesifik bir açıdan yaklaşarak, Endülüs’teki ilmi faaliyetlerin dünya bilimler tarihine katkılarından ve Avrupa Rönesans’ına etkilerinden bahsedeceğiz.

Tarihsel seyri dikkate alındığında İslam düşüncesinin VIII. yüzyılın sonlarından itibaren IX. yüzyılda oluşmaya başladığını ve zamanla kültürel, bilimsel ve felsefi anlamda büyük gelişmeler kaydetmek suretiyle zamanının en belirleyici entelektüel ve bilimsel gücü olma vasfını kazandığını söylemek mümkündür.[30]

Burada İslam düşüncesinin, Batı düşüncesi üzerinde, birincisi felsefi, ikincisi bilimsel olmak üzere iki tarihi etkisinden söz etmemiz gerekmektedir.

Zira İslam düşüncesi, öncelikle Eski Yunan felsefesi üzerinde yaptığı çalışmalar ile Batı düşüncesinin kendi kaynağına ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Yani Müslümanlar ilkinde, Avrupa’ya Antik Grek felsefesinin taşıyıcıları konumunda olmuşlardır.[31] Bu da Endülüs üzerinden, Müslüman ve Yahudi filozofların Arapça’dan yapmış oldukları Latince tercümeler sayesinde olmuştur.

Bu dönemde Arapçadan Avrupa dillerine yapılan tercümelerin etkisini mercek altına alan Charles H. Haskins, bu dönemi Avrupa tarihinde ‘’12. Yüzyıl Rönesansı’’ olarak tanımlar. Haskins bu teziyle iki noktanın altını çizer: Birincisi, Rönesans’ın başlangıcını 14. ve 15. yüzyılların öncesine tarihlemek gerekir; zira bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan hümanist kültür, klasik Rönesans kimliğinin ilk tohumlarını teşkil eder. İkinci olarak Avrupa’daki büyük dönüşümün başlangıcı olan 12. Yüzyıl Rönesansı, İslam kültür ve medeniyetinden derin etkiler almıştır.[32]

İslam düşüncesinin Batı düşüncesi üzerindeki ikinci ve belki de çok daha kuvvetli etkisi, Müslüman filozof ve bilim adamlarının, Batı’daki bilimsel bilgilere uzun yıllar kaynak teşkil edecek zihinsel üretimleri ve düşünsel birikimleri neticesinde olmuştur.

İslam düşüncesi, Ortaçağ Hristiyan düşüncesine Kindi, Farabi, İbn Sina, Gazzali, İbn Rüşd, İbn Haldun, İbnü’l-Arabi gibi filozofların çalışmaları dolayısıyla etkide bulunmuştur. Bu hususta en çok ön plana çıkan düşünürler İbn Sina ve İbn Rüşd’dür.[33] Kendisi de Kurtubalı olan İbn Rüşd’ün Avrupa üzerindeki etkisi son derece derin olmuş ve ‘’Latin İbn Rüşdcülüğü’’ adı verilen felsefi akım Avrupa’da yaklaşık iki asır boyunca etkin olmuştur.[34]

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz ki Avrupa’da on üçüncü yüzyılla on altıncı yüzyıl arasında ortaya çıkan belli başlı felsefe ve fikir akımlarının özgün olarak takdim edilen görüşleri büyük ölçüde Müslüman filozofların miraslarına borçludur.[35]

Bilimleri, sanatı, edebiyatı ve felsefeyi ön plana çıkaran Endülüs uygarlığı, kimi yerde ‘’Endülüs mucizesi’’ diye anılır ve Avrupa Rönesansı’nın ve Aydınlanma’nın kaynaklarından biri olarak gösterilir.[36]

Batı düşüncesinin içinde bulunduğu durumu gözler önüne seren bir örnek verecek olursak; XII. yüzyıla kadar Avrupa’ya hâkim olan, hastalıkların insanın içine giren şeytandan kaynaklandığı ve bunlardan kurtuluşun ancak rahibin duası ile mümkün olabileceği anlayışı tıp alanında Arapçadan yapılan tercümeler sayesinde yerini modern anlamda tedavi usullerine bıraktı.[37] Batı tıbbı, yaklaşık dört asır boyunca Müslümanların kaynaklarına mahkûm halde yaşamıştır.[38] Yani; İslam düşüncesi, akıl ile imanı bağdaştırıp, dünya milletlerine bilimin eşsiz nimetlerinden faydalanma imkânı sunarken; Batı düşüncesi Ortaçağ’da kilisenin tekeline hapsolmuştu.

Eğer bir Avrupalı, iyi bir eğitim almak istiyorsa, büyük âlimlerin ve kütüphanelerin bulunduğu Endülüs’e gidiyordu. Hatta Katolik Kilise’sinin 10. yüzyıldaki lideri Papa II. Slyvester, gençliğinde Endülüs’te eğitim almış ve İslam medeniyetinin ilmi başarıları karşısında büyülenmişti. Sonraki yüzyıllarda İtalya, Fransa ve İngiltere’de ilk üniversiteler açıldığında, bunların kütüphanelerinin büyük bir kısmı Kurtuba kütüphanelerindeki eserlerin Latince tercümelerinden oluşturulmuştu. Müslüman İspanya, İslam dünyasında biriken ve 1400’lü yıllardaki Rönesans’ın kıvılcımının ortaya çıkışına yardım edecek bilginin Avrupa’ya geçtiği ana caddeydi.[39]

İslam dünyasındaki ilmi ve fikri çalışmalar, İslam medeniyetini Ortaçağ Batı dünyasından daha ileri bir hale getirmişti. Sekizinci yüzyılın ortalarından on üçüncü yüzyılın başlarına kadar yaklaşık beş yüz yıl boyunca İslam dünyasının, bütün dünyada kültür ve medeniyet meşalesini elinde bulundurmuştur. Ortaçağda oldukça geri durumda bulunan Avrupalılar İslam dünyasında gördükleri ilerlemenin sebeplerini araştırarak her fırsatta İslam medeniyetinden yararlanmaya ve çeşitli unsurlarını ülkelerine aktarmaya çalışmışlardır. Bu aktarma ve yeniden yorumlama sonunda Avrupa’da, bugünkü Batı medeniyetini doğuran, Reform ve Rönesans ortaya çıkmıştır.[40]

Merhum Ziya Paşa ne güzel söylemiş:

‘’Ger Endülüs olmasa ziyadar \ Kim Avrupa’yı ederdi bidar’’

Yani ‘’Eğer, Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik uykusundan kim uyandırırdı?’’

2.g. Genel Değerlendirme

Bir medeniyetin gücünü ve büyüklüğünü değerlendirmede kullanılabilecek kıstaslardan biri, o medeniyetin etki kapasitesi ve bu etkinin yaygınlığıdır.[41]

Buradan hareketle, makalemizin ikinci bölümünde Endülüs medeniyetinin şehircilik ve mimari, tarım ve ekonomi, sosyal düzen ve eşitlik, kültür ve eğitim gibi bir toplumu oluşturan temel dinamikleri nasıl kurduğuna ve bunu uluslararası sisteme bir nevi nasıl hediye ettiğini ele aldık.

Eğitim bilimlerinde bir kaide vardır: ‘’Başarılı olmanın bir yolu da, başarılı olmuş insanları taklit etmektir.’’ İslam toplumları olarak bizler de, -tabiri caizse- asırlarca dünya gemisine kaptanlık eden bu eşsiz mirastan kendi hissemize düşen dersleri almalıyız.

Çünkü ‘’Bir imparatorluğu kaybetmek, toprak kaybetmekten daha fazla bir şeydir. Kaybedilen sadece bir devlet yahut siyasi güç değil, aynı zamanda bir ideal, bir büyük mefkûre, bir jeopolitik tasavvur, hafıza ve tarihtir.’’[42]

Evet, Endülüs Devleti’ni kaybedeli asırlar oldu ama Endülüs mefkûresini, Endülüs tasavvurunu, hafızasını ve tarihini kaybetme lüksümüz yok. Aksine bunları, asrın idrakine ve ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlamaya muhtaç ve mecburuz.

3.DİNİ HOŞGÖRÜYÜ VE ÇOĞULCULUĞU MUHAFAZA ETME

İkinci bölümde Müslümanların Endülüs’e ayak basmalarıyla İspanyol toplumunda, Hint kast sistemine benzeyen sosyal ayrım ve eşitsizliğin yerini, sosyal düzende eşitliğin aldığını ifade etmiştik. Makalemizin üçüncü ve son bölümünde ise, buradan başlayarak günümüze kadar İslam ve Batı’nın düşünce dünyasında ve pratik uygulamalarında dini hoşgörü kavramının nasıl tezahür ettiğine dair örnekler ile 21. yüzyılda dini çoğulculuk problemini ele alacağız.

3.a. Dini Hoşgörü ve Barış, İslam’ın Temel Ahlak Prensiplerindendir

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki; İslam kelimesi, ‘’barış’’ anlamını taşıyan ‘’silm’’ kökünden türetilmiş olup, bütün sistemini de barış üzerine inşa eden bir dindir. İslamiyet’in emir ve hükümlerinin bütününe baktığımızda, ana ilkelerin hep barış temelinde olduğunu görürüz. Zira Yüce Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’de, bu hususta bize şunları emretmektedir:

  • Müslümanların karşısında bulunan gruplar, kendilerine saldırmadıkça onlara hiç dokunmamalarını bildirmektedir: ‘Fakat sizi bırakırlar da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah, size onlar aleyhinde bir yol (bir müsaade) vermemiştir.’’ (Nisa, 4\90)
  • Müslümanların karşısında bulunan gruplar, barışa yanaştıkları takdirde, Müslümanların da barışı sürdürmelerini emretmektedir. ‘’Eğer (onlar) barışa yanaşırlarsa, o halde (sen de) ona (barışa) yanaş ve Allah’a tevekkül et! Şüphesiz ki Semi’ (hakkıyla işiten) ve Alim (her şeyi bilen) O’dur.’’ (Enfal, 8\61)
  • Her şeye rağmen savaşmak zorunda kaldıkları takdirde, hiçbir şekilde aşırı gitmemelerini belirtmektedir: ‘’Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, fakat haddi aşmayın! (Masum olanları öldürmeyin, işkence yapmayın) Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.’’ (Bakara, 2\190)[43]

İslam’da savaş ana ilke değil, zorunluluk halinde başvurulacak geçici ve istisnai bir yöntemdir. Özü bakımından Hz. Peygamber’in bütün savaşları, saldırı amaçlı olmayıp savunmaya yöneliktir.[44]

Ayrıca, Hz. Peygamberimiz (asm) insanları hep yumuşak söz, tatlı dil, güler yüzle Allah’a inanmaya davet etmiştir. Muhatapları her ne kadar gerek kendisinin ve yakınlarının gerekse de kendisine iman etmiş tüm müminlerin canına kast etmiş olsalar da Hz. Peygamber bu yüksek ahlaki faziletlerinden asla ödün vermemiştir.

Bedir Savaşı’nda esir alınanlar arasında Kureyş’in hatiplerinden Süheyl b. Amr da yer alıyordu. Hz. Ömer, Süheyl b. Amr için ‘’Ya Resulallah! Onun ön dişlerini sökeyim de bir daha senin aleyhinde konuşmaya kalkmasın’’ şeklinde bir teklifte bulundu. Fakat Peygamberimiz buna razı olmadı.  ‘’Ben dişlerini söktürerek ona işkence yapamam. Allah da beni, peygamber olduğum halde dahi, aynı azaba uğratır’’ şeklinde cevap verdi ve devam etti: ‘’Onun, senin beğeneceğin bir davranışta bulunması da umulur.’’ Hz. Peygamber’in Süheyl’e karşı bu davranışı, esirlere iyi muamele yapması, işkenceye müsaade etmemesi, düşmanını bile İslam’a kazanmayı ve yeri geldiğinde ondan istifade etmeyi hedeflemesi gibi ömrü boyunca sürdürdüğü politikanın çok güzel bir örneğini teşkil etmektedir.[45]

Yine Hz. Peygamber döneminde meydana gelen çarpışmalar, dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarındandır. Yapılan bir hesaba göre (yaklaşık olarak) O’nun dönemindeki bütün savaşlarda Müslümanların verdiği şehit sayısı (Bi’r-i Maune ve Reci Olaylarında öldürülenler hariç) 138, müşriklerin verdiği ölü sayısı da (Kurayza hariç tutulursa) 216’dır. Çünkü Hz. Peygamber daima prensip olarak düşmanı yok etmeyi değil, kazanmayı tercih etmiştir.[46]

Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki; sözde değil hakikatte de evrensel bir barış dini olan İslamiyet’in temel ahlak anlayışında, savaştan kaçınıp, küresel barışı muhafaza etmek ve topraklar fethetmekten ziyade gönüller fethetmek, insanlar kazanmak daha önemlidir.

3.b. Bir Barış ve Huzur Medeniyeti Olarak Endülüs

Müslümanlar, 711’de başlayan fetihler sonrasında siyasi olarak da İspanyol toplumuna egemen olmaya başladılar. İlginçtir ki; bazı İspanya şehirleri Müslümanlara karşı hiçbir direniş göstermiyorlardı bu da Müslümanlardan önce topluma hâkim olan Vizigotların itibarlarını ne kadar yitirmiş oldukları gerçeğini akıllara getiriyordu.[47] Yani bize göre, Vizigot yönetiminden memnun olmayan İspanyol toplumları, sanki bir fetih ve değişim dalgası bekliyor gibiydi.

İslamiyet’in yukarıda da belirttiğimiz emir ve yasaklarına binaen, toplumda var olan sosyal eşitsizliği kaldırmakla işe koyulan devlet başkanları, böylelikle asırlar boyunca sürecek olan, farklılıklara rağmen ortak iyide buluşma ve birlikte yaşama kültürünü (convivencia) tesis etme noktasında da insanlık adına çok kritik bir döneme kapı araladılar.

Endülüs tarihi, bu iddiamızı ispat edecek kesitler ile doludur. Onlar ile devam edecek olursak, ilk önce İspanya’da yaşayan Yahudilerin durumu ile başlamamız gerekmektedir.

Müslümanların Endülüs’e getirdikleri dini hoşgörüden en fazla yararlananlar, hiç şüphe yok ki İspanya Yahudileri olmuştu. Zira onlar Endülüs’ün fethi sayesinde Vizigotlar döneminde kaybettikleri dini ve sosyal haklarını yeniden kazandılar. Bu bağlamda 694 senesinde içine düşürüldükleri kölelik statüsüne son verildi. Çünkü Yahudilere Ortaçağ’da Batı Hristiyanları, Hz. İsa’nın katilleri gözüyle bakıyor, onları hor görüyor ve eziyet ediyorlardı. Son Vizigot kralı olan Egica döneminde Yahudiler köle ilan edilirken mallarına el konmuş ve Yahudi çocukları Katolikliğe göre yetiştirilmek üzere ellerinden alınmıştır.[48] Müslümanlar tarafından ise Yahudiliğe has ibadet, ayin gibi faaliyetlerin icra ve edası serbest bırakıldı. Kapatılmış olan sinagogların açılmasına ve ihtiyaç halinde yenilerinin yapılmasına izin verildi. Keza Vizigotların baskıları neticesinde İspanya’yı terk etmek zorunda kalan ya da Hristiyanlığa girmedikleri için ülke dışına sürülen Yahudi ailelerinin geri dönmelerine de müsaade edildi. Yahudiler, Endülüs İslam idaresinde yok olma tehlikesinden kurtulmuşlar, toplum hayatında ve devlet yönetiminde görev alma imkânına kavuşmuşlardı. Örneğin; III. Abdurrahman’ın önce doktoru, ardından elçisi ve bakanı olan ve geniş bilgisi ve diplomatik kabiliyetleriyle dikkat çeken Hasdai bin Şarput, bunun çarpıcı örneklerinden biridir.[49] Yine Yahudi felsefesi doruk noktasına, günümüze kadar tüm zamanların Yahudi filozoflarının en büyüğü olarak bilinen Meymunides gibi âlimlerin ortaya çıktığı Müslüman İspanya’da erişti.[50] Yahudi araştırmacı Ashtor’un deyişiyle ‘’bütün bunlar, Yahudilerin hayal bile edemeyecekleri gelişmeler’’ idi.[51] Demek ki hakikaten Endülüs Müslümanları, bir Yahudi araştırmacıya bu cümleyi sarf ettirecek kadar mühim ve güzel işler başarmışlardır.

İspanya’nın Yahudiler dışındaki yerli halkı ise, Hispano-Romanlar ve Vizigotlardan oluşmaktaydı. En azından isim olarak bu halklar Hristiyan’dı. Bunların önünde üç seçenek vardı: Dinini muhafaza edip Müslüman hâkimiyetinde yaşamak, kuzeydeki Hristiyan krallıkların topraklarına göçmek yahut İslam’a girmek. Zimmi hukuku sayesinde Hristiyanlar ve Yahudiler ‘’ehl-i zimmet’’ sayıldılar.[52] Yani Müslüman idareciler, sadece Yahudilere değil, İspanya Hristiyanlarına da dinlerini muhafaza hakkı tanımışlardı.

İslam’ın Kutsal Yasa’sı (şeriat), İslam’a itaatlerinin bir göstergesi olarak özel bir vergi ödemeyi (head tax = kelle vergisi) kabul eden bütün Yahudilere ve Hristiyanlara, açıkça hoşgörüyle yaklaşılmasını emrediyordu.[53] İslam hukukunun uygulanması sayesinde gayrimüslim halklar, fetih gününden itibaren can, mal, namus, din ve dil güvenliğine sahip olmuşlardı. İşte bu sayededir ki, kültürel çeşitlilik korunmuş, sosyal barış daha kolay sağlanmıştır.[54] Çok dikkat çekicidir ki; Müslüman ülkelerin vatandaşı olan gayr-i müslimlerden alınan bu vergilerden Müslümanlara hiçbir harcama yapılmazken, Müslümanlardan alınan zekâttan muhtaç olan gayr-i müslimlerin geçimleri sağlanabiliyordu.[55] Bu detay da İslamiyet’in bir başka güzel yönünü teşkil etmesi açısından gayet çarpıcıdır.

912 senesinde henüz 23 yaşındayken Endülüs tahtına oturan III. Abdurrahman Endülüs’ü bölgesinin en güçlü devleti konumuna yükseltirken, başşehir Kurtuba’yı da Avrupa ve Akdeniz havzasının en aktif diplomasi merkezi haline getirmişti. Bu diplomatik münasebetler esnasında Kurtuba’ya gelen Hristiyan elçilerin ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için kendilerine özel bir kilisenin tahsis edilmiş olması dikkat çekicidir. Bu uygulama, Endülüs İslam Devleti’nin kendi topraklarına gelen insanların manevi ihtiyaçlarının karşılanması hususunda ne kadar titiz davrandığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Dikkat çeken bir diğer husus, Endülüs’ü temsilen gönderilen elçilerin çoğunlukla Hristiyanlar ve Yahudiler arasından seçilmiş olmasıdır. Bu ise, Endülüslü idarecilerin görevlendirme yaparken ırka veya dine değil, kişinin işe ehil olup olmadığına göre hareket etmiş olduklarının bir göstergesidir.[56]

Yaşadığı döneme kadar, Müslümanların Endülüs’teki mühim birikimlerinin o ana kadar hiçbir esere konu edilmemesi sebebiyle dört ciltlik Endülüs Tarihi isimli kitabını kaleme alan Ziya Paşa da bu konuda bize önemli bilgiler aktarır.

Müslümanların İspanya’yı fethettiklerinde, galip, hâkim ve kadir iken bile yiğitlik ve insaniyetleri gereği, hiçbir kiliseyi cami yapmak için zapt etmediklerini, insanlara din değiştirmeleri için hiçbir zorlama yapılmadığını, onların eski usulleri ile dini ayinlerine ve milli adetlerine olduğu gibi devam ettiğini belirterek; Avrupalı tarihçilerin ifadesiyle Endülüs’te (Yahudi ve Hristiyan) halka karşı gösterilen merhametli tavır ve insanlığı, şimdiye kadar hiçbir kavmin göstermediğini nakleder.[57]

Endülüs medeniyetinin başarısı da farklılıkları öteki olarak görmeyip, bir zenginlik addetmesi ve toplumda dini hoşgörü ve çoğulculuğu başarıyla tatbik etmesinde aranmalıdır.

3.c. Convinencia’dan Reconquista’ya: Endülüs’ün Yok Edilişi

Kaynaklarda Endülüs’ün siyasi tarihi altı ayrı dönemde incelenir. Birincisi, Fetihler dönemi (711-715) ve bunu takip eden Valiler dönemi (715-756), ikincisi Endülüs Emevileri dönemi (756-1031), üçüncüsü Tavaifu’l-Müluk diye adlandırılan küçük beylikler dönemi (1031-1090), dördüncüsü Murabıtlar dönemi (1090-1147), beşincisi Muvahhidler dönemi (1147-1229) ve sonuncusu da Gırnata Beni Ahmer Emirliği (138-1492) dönemidir.[58]

Endülüs Emevileri döneminin sona ermesiyle birlikte, devlet durağanlaşma ve gerileme dönemine girdi ve parçalanmayla birlikte muhtelif şehirlerde beylikler kurulmaya başladı. İspanya şehirlerinin bir bir Müslümanların eline geçmesini içine sindiremeyen bir grup Hristiyan tarafından 718’den itibaren başlatılan ve bu şehirleri yeniden fethetmeyi hedefleyen ‘’reconquista’’ hareketi ile dünya tarihinde örneği belki de pek az görülmüş bir dinsel ve düşünsel hoşgörü merkezi olan ve ‘’dünyanın süsü’’ diye nitelendirilen Endülüs’ün şaşaalı ve debdebeli tarihinin kan, gözyaşı ve sürgün ile biteceği kimin aklına gelebilirdi ki? Ama akla gelmeyenler, başa gelebiliyormuş bazen. İnsanların kaderleri olduğu gibi, milletlerin ve devletlerin kaderi de vardır. Endülüs’ün kaderinde acı dolu bu ıstırap ve çileleri görmek de varmış meğerse.

Zira XI. yüzyıl sonlarından itibaren Endülüs şehirleri işgal edilmeye başlandı. Endülüs’ün tamamen istilasından sonra Müslümanların bir kısmı Kuzey Afrika’ya göç ederken, çoğunluk bulundukları yerlerde kalmayı tercih etti. İşte Hristiyan hâkimiyeti altında kalan bu Müslümanlara, ‘’bulunduğu şehre yerleşip kalmış, Hristiyanlara uyum sağlamış kimse’’ anlamında müdeccenler denilmektedir.[59] Müdeccenler 1492’de Gırnata’nın düşüşüne kadar varlıklarını devam ettirdiler.

Hristiyan kuvvetler, 2 Ocak 1492 tarihinde Gırnata’ya girdi ve uzun süre İslam hâkimiyetinde kalmış olan Beni Ahmer Emirliği’nin başkentini ele geçirdiler. Böylece Gırnata’da yaklaşık sekiz yüz yıl süren İslam hâkimiyeti son bulmuş oldu. Gırnata’nın düşüşüyle tüm Avrupa kiliseleri: ‘’İşte şimdi İstanbul’un rövanşını aldık!’’ diye sevinçten günlerce karnavallar düzenlemişlerdir.[60] Bu gelişme sonrasında da Endülüs’teki İslam izleri asimilasyon ve engizisyon politikaları ile yok edilmeye başlandı.[61] Endülüslü Müslümanlar, 1492 yılında yaşanan bu gelişmeler neticesinde üç tercihle karşı karşıyaydılar: hicret, zorla Hristiyan olma yahut ölüm.[62]

Tam burada, kayda değer başka bir olayı daha zikretmek istiyoruz. 1492 yılında Gırnata’yı terke mecbur olan Emir Abdullah Sağir, Kral Fernando’dan anlaşma maddeleri içinde Yahudilerin temel insan haklarının korunması için yazılı teminat almıştır.[63] Fakat İspanyol hükümeti, anlaşmaya sadık kalmayarak, bütün Yahudileri ülkelerinden sürgün etmiştir. Osmanlı Sultanı II. Bayezid de, ordusuna ve idarecilerine İspanya’dan gelen bütün Yahudi mültecileri iyi karşılamalarını emretti. Bu İspanyol Yahudilerinin soyundan gelen epeyce kalabalık bir Yahudi topluluğu, 20. yüzyıla kadar İstanbul’da yaşamaya devam etti.[64] Bu tarihi kesit, öylesine acayiptir ki; Müslümanların sadece galip olduklarında değil, mağlup olduklarında bile kendinden başkasını -velev ki ‘öteki’ olsun- düşündüklerini ve onların haklarını koruma noktasında ne kadar titiz davrandıklarını göstermesi açısından gayet derecede önemlidir.

1492 senesinde İspanya’da İslam hâkimiyetine son verilmesi, Hristiyanlar açısından nihai hedefe ulaşıldığı anlamına gelmiyordu. Çünkü İspanya’da din birliğinin sağlanması, Endülüs’ün işgal edilmiş olmasından daha önemliydi. Din birliğini sağlamak için başvurulması gereken yegâne yol ise, Hristiyan hâkimiyetinde yaşayan Müslümanların yani müdeccenlerin Hristiyanlaşması idi. Önce ikna yoluyla Hristiyanlaştırma denendi. Ancak kayda değer bir başarı sağlanamaması sebebiyle sağlanamaması sebebiyle zorla Hristiyanlaştırma uygulamasına geçildi. Bu metodun fikir babası olan ve aynı zamanda Katolik krala ve kraliçeye müsteşarlık da yapan Tuleytula Piskoposu Francisco Ximenez de Cisneros, 1498 senesinde Gırnata’da faaliyetlerine başladı. İlk iş olarak para mevki vaadiyle Müslüman liderleri ve fakihleri ele geçirmeye çalıştı. Halkın İslam’la alakalı bilgi kaynaklarını kurutmak için, Arapça dini eserleri toplattırarak yaktırdı. Hristiyanlığa girmemekte direnen Müslümanların cezası, zincire vurulup zindana atılmak ve Hristiyanlığa girdiğini söyleyinceye kadar işkence görmekti.[65]

Önceki başlıkta Endülüs medeniyetinin asırlardır Hristiyan ve Yahudilere karşı izlediği hoşgörü politikasından bahsetmiştik. Fakat şimdi Müslümanlar, 1502 senesinde Kraliçe İsabella’nın çıkardığı bir ferman ile ya İspanya’dan zorla göç etme ya da vaftiz edilerek Hristiyan olma tercihine zorlanmaktaydı.

Bu ferman ile Endülüs Müslümanları için çok zorlu bir dönem başlamış oluyordu. Çünkü artık zahirde Hristiyan gibi davranacaklar, -daha doğrusu davranmaya mecbur kalacaklar- fakat Müslümanlıklarını gizlice sürdürmeye gayret edeceklerdi. Zira Endülüs Müslümanlarının karlı karşıya kaldıkları zulmün boyutları tahmin edilenden çok daha fazlaydı.  Kraliçenin fermanından sonra, hicret etmeyip Endülüs’te kalan Müslümanlar için, genellikle Moriskolar tabiri kullanılmaktadır.

1502 fermanıyla istediklerini elde edemeyen Hristiyan idareciler, önce 1526 ve daha sonra da 1566-1567 senesinde çıkardıkları fermanlarla Endülüs Müslümanlarına karşı topyekûn bir asimilasyon politikası takip etmeye başladılar. Gerçekten insanı hayrete düşüren ve yürekleri sızlatan bu fermanın maddelerine göz atacak olunduğunda, durumun vahameti ancak o zaman anlaşılabilir.

Zira bu fermanlara göre; muhtelif bölgelerde yaşayan Morisko cemaatleri birbirleriyle irtibat kuramayacaklar, bulundukları bölgelerden ancak idarecilerin izniyle ayrılabilecekler, etlerin İslami usullere göre kesilmesine mani olmak için kasaplık yapmalarına izin verilmeyecek, mescitler kapatılacak, Arap isimleri ve unvanları kullanılmayacaktı.  Çocuklar sünnet ettirilmeyecek, kilise çanları çalarken veya rahipler sokaktan geçerken saygı ifadesi olarak sarıklar çıkarılacak ve diz üstü çökülecek, kadınlar İslami kıyafetlerini terk edecekler,  hamamlar kapatılacaktı.[66] Moriskolar’ın yaşadığı her bir merkeze en az on iki Hristiyan ailesi yerleştirilecek ve bu aileler Moriskolar’ı kontrol edebilmek için istedikleri zaman onların evlerine girebilecekler, Moriskolar’ın on bir yaşın altındaki çocukları alınarak Hristiyan terbiyesiyle yetişmeleri için, muhtelif bölgelerdeki kilise okullarına yerleştirilecekti.[67]

Alınan bu kararlar neticesinde de, Arapça kitaplar ve Mushaflar toplatılarak yakıldı. İzinsiz olarak silah taşınması yasaklandı. Arap tarzı elbiselerden kurtulmak için süre tanındı. Hicab yasaklandı. Hicaba riayet edenler hapis ve kırbaç cezasına maruz bırakıldı. Tabi hicabı uygulayanların velileri de aynı cezaya çarptırılıyordu. Cuma gününe özen, ilgi gösterdiği görülen herkes cezalandırılıyordu. Müslüman kız kilisede evleniyor ve törenlerin İslami tarzda yapılmamasına dikkat ediliyordu. Peygamberin adını zikredenler cezalandırılıyordu. Peygamberin adı geçtiğinde küfretmeyenler cezalandırılıyordu. Şarap içmeyen cezalandırılıyordu. Faizle alış-veriş yapmayan cezalandırılıyordu. Kısacası; İslam’ın yasakladığı bu çirkin şeyleri yapmayanlar cezalandırılıyordu. Bir rahip ve papaz herhangi bir Müslümana gidip, ona Hristiyanlığa girmeyi teklif ettiğinde onun eğer binekte ise yere eğilmesi, eğer yerde ise secde etmesi gerekiyordu. Ramazanda oruç tutmak yasaktı. O ay içinde içkiyi ve yemeği terk edenlerin vay halineydi. Cezalandırmadan sonra engizisyon mahkemeleri devre girerdi. Sahillere ve liman şehirlerine 20 kilometreye kadar yaklaşmak kesinlikle yasaktı. Bu konuda izin almak için başvurmak da suçtu. Gırnata ve kuzey beldelerine doğru onu çevreleyen şehirlerin çok azı başka yerlere zorla göç ettirilmişti. Göç ettirildikleri yerler, hiç alışmadıkları yerleşim yerleriydi. Bunların ahalisi farklıydı. Böylece aileler, öldürücü bir hüzün ve boğucu bir karamsarlık destanı içerisinde birbirlerinden koparıldılar.[68]

Söz konusu yasakların tatbikini sağlamak maksadıyla aynı sene Gırnata’da bir de engizisyon mahkemesi kuruldu. Başında Katolik papazların bulunduğu engizisyon mahkemelerinin kendilerine istihbarat sağlayan gizli casusları vardı. Bu kişilerin ulaştırdıkları haberlere binaen, kişiler ve cemaat üyeleri tutuklanarak engizisyon mahkemelerine ait karanlık ve ürkütücü zindanlara kapatılıyorlardı. Sanıktan mahkemeye çıkarıldığında istenen yegâne şey, kendisine nispet edilen suçu kabul etmesiydi. Sanık eğer bunu reddederse veya itirafla beraber pişmanlık duymazsa, bu sefer en ağır biçimde cezalandırılmaktan kurtulamazdı. Mesela sanık, gizlice namaz kılmakla ya da domuz eti yemekle itham ediliyor, fakat bu ithamı kabul etmekle beraber pişmanlık duymuyorsa, bu durumda ölümle ya da ömür boyu hapisle cezalandırılıyordu. Kendisine yöneltilen suçlamayı kabul etmesi için sanığa muhtelif şekillerde işkence yapılıyordu. Mesela, sanığın düz bir yere sırt üstü yatırılıp başının aşağıya sarkıtılmasından sonra ağzına litrelerce su dökülmesi, zincire vurulup dövülmesi, vücut azalarının bazılarının kırılması tatbik edilen işkence şekillerindendi. Bu şekilde can veren engizisyon kurbanlarının sayısı hakkında 100.000’li rakamlar telaffuz edilmektedir. Ayrıca bir kişinin, şayet bir Morisko ise kendisine sunulan domuz etini yememesi, Cuma günü temizlik yapması veya evini kilitlemesi, çocuğuna Müslüman ismi vermesi, yanılarak ağzından ‘’Allah’’ veya ‘’Muhammed’’ isimlerini kaçırması, Ramazan ayında kendisine sunulan bir yemeği yememesi, Arapça konuşması, şarkı söylemesi, evinin yatak odasında haç bulundurmaması vb. davranışları, engizisyon mahkemesine sevk edilmesi için yeterliydi.[69]

Bu dönemin kayda değer diğer hadiselerinden biri de Oran (Vehran) fetvası olarak ün salan Cezayirli Maliki fakih Ubeydullah Ahmed el-Mağavi’nin Moriskoların sorularına cevaben verdiği fetvadır. Din değiştirme tehdidiyle karşı karşıya bulunan Moriskolar, Oran müftüsüne, içinde bulundukları şartlarda dinen ne yapmaları gerektiğini sorar. Mağravi, 1504 tarihli fetvasından Moriskolara hicret edememeleri halinde ve mecbur kalmaları durumunda ‘’takiyye’’ yapabileceklerini söyler. Buna göre Moriskolar, kalben reddederek, ama zahirde Hristiyan inancını kabul edebilir; putlar yani Hristiyan temsilleri önünde eğilebilir, namazlarını gizlice, ima yoluyla yahut gece kılabilir, temiz su bulamadıklarında sadece temiz bir duvara dokunarak teyemmüm yapabilir, yine mecbur bırakıldıklarında domuz eti yiyebilir, şarap içebilir, geliri fakirlere dağıtılmak şartıyla faiz alabilirler. Aynı şekilde ölüme zorlanmaları halinde, dinlerini kavlen reddedebilir; ‘’İsa Allah’ın oğludur ve çarmıhta ölmüştür.’’ gibi sözleri mecbur kaldıklarında lafzen söyleyebilirler, ama kalben reddetmeleri gerekmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’e açıkça sövmeye zorlanmaları halinde ‘’Muhammed’’ yerine ‘’Mamad’’ ismini kullanmalıdırlar. Zira ‘’Mamad’’, ismen Hz. Peygamber’e değil, ‘’Mamad’’ adında gerçek olmayan birine atıfta bulunmuş olur ki bu, bir Müslümanı Peygamberine açıkça küfretmekten kurtaran bir çözümdür.[70]

Tüm yasalara ve uğraşlara rağmen, Moriskoların Müslüman kalmaya olan azimlerinin bir türlü kırılmadığını gören İspanya Krallığı, en sonunda Moriskolar meselesini kökünden halletmeye yönelik bir arayış içerisine girdi. 1609’da çıkarılan bir kanunla da Moriskolar’ın ülke dışına sürülmeleri kararlaştırıldı.[71] 10. yüzyılda İspanya nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslümanken, nüfusunun 8 milyon olduğu, 1600 yılında Hristiyanlaşmaya karşı direnen Müslümanların yalnızca 800 bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan 600 bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulacak, göç edenlerin 450 bin kadarı ise kötü yolculuk koşullarında yaşamını yitirecekti.[72]

1492’ye kadar giydikleri kıyafetten dinledikleri müziğe kadar her şeylerine gıptayla bakılan ve taklit edilen Endülüs Müslümanları, ‘’barbar’’ yaftasıyla insanlık dışı yaratıklar olarak tasvir edilmeye başlanır. Bunun hazin ve çarpıcı örneklerinden birini Aragon’lu papaz Pedro Aznar Cardona’nın ‘’Moriskoların Sürgün Edilmelerinin Meşrıluğuna Dair’’ adlı eserinde görürüz. Cardona’ya göre Moriskolar, ‘’insanlığın en aşağılığı, erdem, edebiyat ve bilimlerin düşmanıdır… Şehir hayatının bütün incelik ve nezaketinden uzaktırlar… Çocuklarını vahşi hayvanlar gibi yetiştirirler… Kurdukları cümleler hatalıdır, hitapları hayvanidir, dilleri barbardır, kılık kıyafetleri komiktir.’’[73]

Reconquista ‘’yeniden fetih’’ harekâtını tamamladığında, sadece İslam’ın Avrupa’daki tarihi sona ermedi; aynı zamanda Avrupa tarihinin gördüğü en kapsamlı bir arada yaşama tecrübesi olan convivencia da (bir arada/birlikte yaşama tecrübesi)  trajik bir şekilde tarihe gömüldü. Böylece Yahudi, Müslüman ve Hristiyanların beş asırdan fazla süren ortak medeniyet inşa etme çabası, reconquista ile sona erdi. Avrupa’nın çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma şansını bu tarihte yitirdiğini söylersek abartmış olmayız.[74]

Doğu’nun ilmi ve kültürel birikimlerini Avrupa’ya taşıyıp, Hristiyan ve Yahudileri de sürece entegre ederek, dünya tarihini şekillendirecek özgün bir medeniyet atılımı gerçekleştiren Endülüs’ün yok edilişinin hazin öyküsü böyledir işte… Ah Endülüs!

3.d. Küresel Bir Felaket Senaryosu: ‘’Medeniyetler Çatışması’’

İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle ‘’bu dünyanın hali artık ne olacak?’’ sorusu akıllara geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dünyanın tek süper gücü konumuna yükselen ABD’nin öncülüğünde yeni bir dünya düzeni kurulacağına dair birçok teori ileri sürüldü. Francis Fukuyama’nın ‘’Tarihin Sonu’’ ve Samuel Huntington’un  ‘’Medeniyetler Çatışması’’ tezleri söz konusu teorilerin en meşhur olanlarıdır.

1992’de yayınladığı ‘’Tarihin Sonu ve Son İnsan’’ adlı kitabıyla birçok tartışmanın da fitilini yakan Fukuyama, bu tezinde –en kısa biçimde ifade edecek olursak- artık tarihin bittiğini, tarih yapacak bir özneye de ihtiyaç kalmadığını savunur.

Çünkü Fukuyama, Tarihin Sonu teziyle Batı medeniyetinin ortaya koyduğu siyasi mekanizmalarla insanoğlunun ulaşabileceği en mükemmel yapıya kavuştuğu, dolayısıyla da insanoğlunun siyasi ve felsefi anlamdaki arayışının sonuna gelindiğini iddia ediyordu. Bu şu demekti: Mademki insanoğlu, arayışının sonuna gelmiştir, o halde tarihi akış nihayet durmuştur.[75]

Biz burada daha çok S. Huntington’un Medeniyetler Çatışması üzerinde duracağız. Huntigton mezkûr tezini 1993’te ilk defa akademik bir dergide ele almış, 1996’da da bu makalesini kitaplaştırmıştır.

Huntington bu tezini şöyle savunur: ‘’Benim faraziyem şudur ki, bu yenidünya düzeninde mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacak.[76] Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırıkları boyunca cereyan eden mücadele 1300 senedir devam edegelmektedir. Bu askeri etkileşimin zeval bulma ihtimali de pek yoktur.[77] Gelecekte dünya sisteminin merkezi mihveri, muhtemelen, Kishore Mahbubani’nin tabiriyle, ‘’Batı ile geriye kalanlar’’ (the West and the Rest) arasındaki bir mücadele ve Batılı olmayan medeniyetlerin Batılı güç ve değerlere verdiği karşılıklar olacaktır.[78] Batı bugün, diğer medeniyetlerle ilişkisi açısından olağanüstü kudretin zirvesindedir. Süper güce sahip rakibi haritadan silinmiştir. Batının askeri gücü rakipsizdir.[79]

Huntington aslında bu teziyle, 21. yüzyıldaki çatışmaların ‘’Batı ve dünyanın geri kalan kesimi’’ özellikle de Batı ve İslam medeniyeti arasında olacağına işaret etmektedir. Dolayısıyla insanlığı ve medeniyetleri kültürel ve dini kimlikler temelinde sınıflandıran ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu iddia eden Medeniyetler Çatışması tezi,[80] iki dünyayı adeta düşman kamplara bölerek karşı karşıya getirmeyi amaçlamıştır. Bu durum, bir yandan uluslararasında korku ve dehşet duygularının yayılmasına sebep olmuş ve neticede dünya çapında bir güven bunalımı ortaya çıkmıştır.[81]

Bu sebeple Medeniyetler Çatışması tezini, küresel barışa yönelik ciddi bir tehdit ve bir felaket senaryosu olarak nitelendirirsek, herhalde yanlış yapmış olmayız.

3.e. 21. Yüzyılın Küresel Barış Projesi: ‘’Medeniyetler İttifakı’’

Dünya barışına karşı büyük bir meydan okuma olan Medeniyetler Çatışması’na verilebilecek en güzel cevap Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero’nun girişimleriyle Birleşmiş Milletler bünyesinde 2005’de başlatılan Medeniyetler İttifakı projesidir.

Müslüman ülkeler ile Batılı toplumlar arasında görülen karşılıklı şüphe, korku ve kutuplaşma ortamının, çeşitli aşırı unsurlarca istismar edilmesi karşısında İttifak, ilk aşamada uluslararası istikrarı tehdit edebilecek dereceye yaklaşan bu durumun daha da kötüleşmesini ancak kapsamlı bir koalisyonun önleyebileceği anlayışından hareket etmiş ve kültürler arasında karşılıklı saygı yoluyla bu eğilime karşı koymayı amaçlamıştır.[82]

Sn. Erdoğan, 2005’te Hatay’da yaptığı bir konuşmasında Medeniyetler İttifakı projesiyle neleri amaçladıklarını şöyle ifade etmektedir: ‘’İlahi kelam olan Kur’an’da insanlığın niçin kavimlere bölündüğü bizlere açıklanmaktadır. ‘’Sizleri kavimler halinde yarattık ki birbirinizi tanıyasınız.’’ buyrulmaktadır. Yani Kur’an’a göre milletlere ayrılmamız, bir çatışma sebebi değil, tam aksine aramızda tanışma ve diyaloğu mümkün kılmak içindir. Bana göre kutsal kaynaklardaki mesajlar açıktır: Bizi birbirimizden ayıran kimlik farklılıklarımız, ilahi rahmetin eseridir. Küreselleşme bize ‘’çokluk içinde birlik’’ seçeneğini sunmaktadır. Farklılıkların içinde ortak paydalar bulunmaktadır. Dil, din, milliyet, kültür ve medeniyet gibi bizi biz yapan aidiyet bağlarımızı, kimlik değerlerimizi koruyarak insanlık temelinde buluşmaktır. Artık çatışmacı saflaşmalarla, eski kavgaları geleceğe taşımak yerine, daha barışçıl bir dünya inşa etme sorumluluğu bizleri beklemektedir. Biz, değerli dostum İspanya Başbakanı Zapatero ile birlikte işte bu inançla ‘’Medeniyetler İttifakı’’ girişimini başlattık. Bu yüksek amaç için hepimize büyük sorumluluklar düşmektedir. Unutmayalım ki; insanlığın ortak kaderi, bu çabaların sonucuna bağlı olacaktır.’’[83]

Medeniyetler çatışmasının kaçınılmaz bir son olduğu noktasındaki iddialara da 2009’da İstanbul’da düzenlenen ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un da katıldğı Medeniyetler İttifakı İkinci Forumu’nda cevap veren Sn. Erdoğan, Türkiye’nin farklı kültürlerin çatışmak zorunda olmadığını ispat eden bir tarihi birikime sahip olduğunu ifade ederek Medeniyetler İttifakı’nın mümkün olduğunu şu cümlelerle yineliyordu:

‘’İstanbul’da üç semavi dinin, İslam, Hristiyanlık ve Musevilik’in ibadet mekânlarını bir arada görebilirsiniz. Eyüp Sultan Türbesi ve Camisi, Neve Şalom Sinagogu ve Aya İrini Kilisesi, birbirine saygı ve hoşgörü temelinde yüzyıllar boyunca İstanbul’da bir ve beraber yaşamışlardır. Mardin’de 1. ve 2. yüzyıllarda inşa edilmiş kiliseler, bugün hala ayaktadır. Dünyada bir Ortodoks ve bir Katolik Kilisesi’nin sırt sırta yükseldiği tek şehir Mardin’dir. Dünyanın ilk kilisesi sayılan Sen Piyer Hatay şehrimizde, camilerin ve havraların arasında varlığını korur. Bursa’daki Etz Ahayım Sinagogu, 14’üncü yüzyıldan beri Ulu Cami’nin yanı başında özgürce faaliyet göstermektedir. Van’da Akdamar Kilisesi, Şanlıurfa’da Peygamber Hazreti İbrahim’in Balıklı Gölü, Trabzon’da Sümela Manastırı, Konya’da Hazreti Mevlana Türbesi, adeta insanlık tarihinin özetidir. İznik’te Ayasofya Müzesi ve Konsül, İzmir’de Hristiyanlığın en kutsal mekânlarından Meryem Ana, Antalya’da Sen Nikolas, diğer adıyla Noel Baba Kilisesi 2 bin yıllık ortak yaşam kültürümüzün canlı eserlerinden yalnızca bazılarıdır. Biz medeniyetler çatışmasını kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya atanlara ‘’Hayır, Medeniyetler İttifakı mümkündür.’’ dedik.[84]

Türkiye sahip olduğu medeniyet değerleriyle, yüzyıllar boyunca da umutsuzlara sığınak olmuştur. 1492 yılında İspanya’dan kaçan Yahudilere, İkinci Dünya Savaşı sırasında güvenli bir sığınak arayan uluslara, Saddam rejiminden kaçan Iraklı Kürtlere, Kosova krizinin etkilerinden uzak kalmaya çalışan Makedonlara kucak açmıştır.[85] İşte bu sebeple, farklılıkları bir çatışma unsuru olarak değil de zenginlik kaynağı olarak gören, ‘’ben’’ değil ‘’biz’’ anlayışını savunan, ortak iyide buluşmayı hedefleyen, imha ve işgal yerine imar ve inşa etmeyi savunan ve insanın onurunu korumaya çalışan Medeniyetler İttifakı, yukarıda da belirttiğimiz gibi Medeniyetler Çatışması tezine karşı ortaya konan 21. yüzyılın küresel barış projesidir.

3.f. İslamofobi

Kelime anlamı olarak ‘’İslam korkusu’’, ‘’Müslüman karşıtlığı’’ gibi manalara gelen İslamofobi, İslamiyet’e ve Müslümanlara karşı duyulan yanlış ve kalıplaşmış önyargılar, asılsız iddialar ile onlara düşmanlık beslemektir.

Irkçılık ve Ayrımcılık ile Mücadele Günü olan 21 Mart’ta SETA tarafından hazırlanan Avrupa İslamofobi Raporu’nun ikinci sayısı incelendiğinde, Avrupa’da demokrasi ve insan haklarının gün geçtikçe daha da kötüye gittiği görülmektedir. İslamofobi, Avrupa’daki Müslümanların özellikle gündelik yaşamlarında daha da görünür hale gelmiştir. Bugün gelinen noktada İslamofobi artık Müslümanlara yönelik sadece retorik bir nefret söylemi olma eşiğini çoktan aşarak, okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fiziki saldırılarda kendini gösteren somut bir düşmanlık halini almıştır.[86]

Raporda da belirtildiği üzere, Avrupa’da Müslümanlara karşı duyulan kin ve nefret artık salt bir söylem olmaktan çıkarak, ciddi boyutlara ulaşan düşmanca saldırılara dönüşmüştür.

FBI tarafından yayınlanan istatistiklere bakılınca durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılmaktadır. Zira ABD’de 1996’da 33, 1997’de 31, 1998’de 22, 1999’da 34, 2000’de 33 olan İslam karşıtı nefret suçları 2001’de 546’ya yükselmiştir.[87]

Yine 2006 yılında USA Today-Gallup Anketi’nde, Amerikalıların İslami inanç sahibi insanlara karşı olumsuz hisler ve önyargılar taşıdıklarını kabul ettikleri ve terörizmi engellemenin bir yolu olarak Müslümanlara yönelik arttırılmış güvenlik önlemlerinin kullanılmasını destekledikleri ortaya konmuştur. Cevap verenlerin yarısından daha azı, Amerikalı Müslümanların Amerika’ya sadık olduklarına inandıklarını belirtmiştir. Neredeyse, Amerikalıların dörtte biri yani %22’si, Müslüman bir komşularının olmasını istemediklerini söylemişler, %31’i şayet bindikleri uçakta Müslüman bir adamın olduğunu fark ederlerse gergin olacaklarını, %18’i de eğer Müslüman bir kadının uçakta olduğunu fark ederlerse kendilerini gergin hissedeceklerini ifade etmişlerdir. Yaklaşık 10 Amerikalıdan 4’ü, Amerikan vatandaşı olan Müslümanlardan özel bir kimlik taşımalarını ve Amerika Birleşik Devletleri’nde uçağa binmeden önce özel ve daha yoğun güvenlik kontrolünden geçmelerini şart koşmak suretiyle Müslümanlara karşı diğer Amerikan vatandaşlarına oranla daha katı güvenlik önlemleri alınmasını desteklemekteydiler.[88]

Aslında durum Avrupa ülkelerinde de durum ABD’den pek farklı değildi. Fransız hükümetinin 2004 yılında devlet okullarında başörtüsü giyilmesini yasaklama kararı,[89] Hollandalı siyasetçi Geert Wilders’in ‘’Kur’an’ın ülkesinde yasaklanmasını istemesi ve İslam’ı terörist inancı veya kendi ifadesiyle ‘’Allah’ın ve Muhammed’in hasta ideolojisi’’ olarak tasvir eden  ‘’Fitne’’ adlı kısa film yapması,[90] 2008 yılı başlarında Danimarka’nın Jyllands-Posten gazetesinde yayınlanan tartışmalı Muhammed karikatürlerİ[91] siyaset adamlarının, dini liderlerin, kanaat önderlerinin, TV yorumcularının ‘’İslam bir virüstür… İslam bir şer dinidir… Avrupa medeniyetini İslam kanserinden kurtarmalıyız… Çağdaş Avrupa’da gerici Müslüman topluluklar istemiyoruz… Müslümanların ülkelerini işgal edelim, liderlerini öldürelim, hepsini zorla Hristiyan yapalım…’’[92] söylemleri dini hoşgörü ve barışı, sahip olduğu ana ilkelerden biri olarak kabul eden İslam’ın temsilcilerine uygulanan ayrımcılığın ve ırkçılığın 21. yüzyılda ulaştığı boyutları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.

Avrupa Birliği’nin 1991 yılında aldığı 1162 sayılı ‘’İslam Medeniyeti’nin Avrupa Kültürü’ne Katkıları’’ başlıklı kararda, Avrupa’nın geçmişinde olduğu kadar, bugününde de İslam’ın önemli bir etken olduğu vurgulanmasına rağmen,[93] söylemler ile eylemler arasında ciddi bir tezatlık görülmektedir.

Örneğin; Körfez Savaşı’nda Saddam-karşıtı koalisyonda da birçok Müslüman ülke yer almasına rağmen anti-Saddam kampanya anti-İslam kampanyaya dönüştürülmüş, IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) terörist faaliyetleri bir ‘’Katolik terörü’’ olarak anılmazken İslam dünyasındaki bireysel şiddet eylemleri ‘’İslami terör’’ olarak adlandırılmış, Hindistan’ın elindeki atom bombası ‘’Hindu bomba’’ diye tanımlanmazken, Pakistan’ın sahip olduğu atom bombası ‘’İslami bomba (İslamic Bomb)’’ olarak nitelendirilmiş, yeryüzüne yayılmış bütün büyük dinlerde gözlenen gelişmeler İslam dini söz konusu olduğunda özel bir fundamentalizm tanımlaması ile anılmıştır.[94]

‘Öteki’ kültürleri bünyesinde muhafaza etmek yerine, onları tasfiye ve yok etme peşine düşen Batı, İslam düşmanlığı noktasında da kendi kendisiyle çelişiyor izlenimi uyandırmaktadır. Zira demokrasi ve insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, ifade hürriyeti, dini çoğulculuk gibi kavramları hegemonyası altına alan ve bunları dünyaya kendilerinin armağan ettiklerini söyleyerek gururlanan Batı, söz konusu Müslümanlar olunca ikircikli bir tavır sergilemektedir.

Şunu da belirtmekte fayda var ki: Endülüslülerin, Yahudi ve Hristiyanları, dini farklılıklarını bahane ederek toplumun dışına itmeyip aksine toplumsal yapıya dâhil etmelerinden hareketle, son birkaç asırdır modern dünyaya hâkim olan Batı düşüncesi medeniyetinin de içinde bulunduğumuz yüzyılda dini çoğulculuk ve küresel barışı tesis etmeye gayret göstermesinin gerekliliğini vurguluyoruz. Fakat şu ana kadar Batı’nın bu noktada, pek ihmalkâr davranarak sınıfta kaldığını ve Afrika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Kafkaslara uzanan bir coğrafyada sadece sömürü, soykırım, kan ve gözyaşı getirdiğini de üzülerek belirtmek istiyoruz.

SONUÇ

Endülüs’ten ilhamla 21. yüzyıl İslam medeniyetinin yeni ufuklarının neler olabileceğini incelediğimiz makalemizde üç ana konu üzerinde durduk.

İlk olarak, yeni bir medeniyet inşasında, o medeniyete mensup olan bireylerin ciddi özgüven ve ümit sahibi olmalarının önemine dikkat çektik. Endülüslü komutanların, devlet adamlarının, âlimlerin, bilim insanlarının bu özgüven ve ümitle neleri başarabildiklerini ortaya koymaya çalıştık.

İkinci bölümde ise, büyük geleceklerin ancak büyük geçmişlerin bilgi birikimlerinden istifade ve içinde bulunan çağa uygun yorumlanmasıyla kurulabileceğine işaret ettik. Müslümanlar olarak Endülüs tecrübesine sahip olmamızın, bu noktada bizler için büyük bir fırsat olduğuna dikkat çekmeye çalıştık.

Makalemizin üçüncü ve son bölümüne geldiğimizde ise, İslamiyet’in bir barış ve hoşgörü dini olduğundan bahisle, Endülüs Müslümanlarının asırlar önce çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü İspanya toplumunda, barış içinde nasıl bir arada yaşanabileceğinin örneğini sunduklarını izah etmeye çalıştık. Daha sonra Endülüs’ün yok edilişinin hazin öyküsünden kesitler ile Avrupa’nın çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma fırsatını nasıl geri çevirdiğini ele almaya çalıştık. En sonda da, konumuzla alakalı olması hasebiyle Medeniyetler Çatışması ve Medeniyetler İttifakı projelerine ve İslamofobi konusuna ana hatlarıyla değindik.

Böylelikle, Endülüs tarihinin ciddi manada anlaşılıp yorumlanmasıyla, 21. yüzyılda birçok kriz ve problemle karşı karşıya bırakılan İslam Dünyası’nın, Endülüs’ten ilhamla bu sıkıntılara bazı çözüm yolları üretebileceğine dikkatleri çekmeye çalıştık.

Özellikle de dini hoşgörü ve çoğulculuk noktasında, Endülüs medeniyetinin modern dünyaya da çok güzel bir örnek teşkil ettiğini ifade ettik. Batı medeniyetinin hususen 11 Eylül’den sonra kendi içinde yaşadığı ikilemlerin dünya barışını nasıl tehdit ettiğini, Avrupa ülkelerinde Müslümanlara yapılan ırkçı saldırıların ve artan İslam düşmanlığının ulaştığı tehlikeli boyutları örnekler ile ortaya koymaya gayret ettik. Netice olarak da, Endülüs tecrübesinin farklılıklarımızın bir çatışma unsuru olmadığını gösterdiğini ve küresel bir barış projesi için bundan ders alınmasının gerekli olduğunu vurguladık.

 

KAYNAKÇA

Alkhateeb, F., (2016), Kayıp İslam Tarihi, (Çev. M, Alican), 1. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları. (Orijinal Baskı: 2014)

Barthold, W., (2014), İslam Medeniyeti Tarihi, (Notlar ekleyerek çev. M. F. Köprülü), 1. Baskı, İstanbul, Alfa Yayıncılık. (Orijinal Baskı: 1918).

Bedevi, A., (2012), Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, (Çev. M. Tan), 3. Baskı, İstanbul, İz Yayıncılık. (Orijinal Baskı: 2004).

Davutoğlu, A., (2014), Küresel Bunalım, 39. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

Davutoğlu, A., (2014), Stratejik Derinlik, 92. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

Derin Tarih Dergisi, (2015) Özel Sayı: 4, İstanbul.

Erdoğan R. T., (2012), Küresel Barış Vizyonu, 1. Baskı, İstanbul, Medeniyetler İttifakı Yayınları.

Esposito, J. L. and Kalın, İ., (2015), 21. Yüzyılda Çoğulculuk Sorunu: İslamofobi, (Çev. İ. Eriş), 1. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları. (Orijinal Baskı: 2009).

Huntington, S. P., (2017), Medeniyetler Çatışması, (Derl. M. Yılmaz), 12. Baskı, İstanbul, Vadi Yayınları. (Orijinal Baskı: 1995)

Kalın, İ., (2013), Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

Kalın, İ., (2016), Ben Öteki ve Ötesi, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları.

Kalın, İ., (2013), İslam ve Batı, 4. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

Karlığa, B., (2012), Din ve Medeniyet, 1. Baskı, İstanbul, Mahya Yayıncılık.

Kılıç, A., (2015), Endülüs Müslümanlarının Sürgünü, 1. Baskı, İstanbul, Doğu Kütüphanesi Yayınları.

Köksal, M. A., (2015), Hz. Muhammed ve İslamiyet, 1. Baskı, İstanbul, Erkam Yayınları.

Küçükalp K. ve Cevizci A., Batı Düşüncesi Felsefi Temeller, (2014), 3. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

McNeill, W. H., (2015), Avrupa Tarihin Oluşumu, (Çev. Y. Kaplan), 3. Baskı, İstanbul, Külliyat Yayınları. (Orijinal Baskı: 1974).

Nursi, B. S., (2011), Mektubat II, (Osmanlıca nüsha), 1.  Baskı, İsttanbul, Altınbaşak Neşriyat.

Özdemir, M., (2014), Endülüs, 1. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

Paşa, Z., (2015), Endülüs Tarihi, 3. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları.

Raif A., (1993), Endülüs: Yok Edilişin Öyküsü, (Çev. A. Sulhsever), 1. Baskı, İstanbul, Araştırma Yayınları. (Orijinal baskı: belirtilmemiş).

Sarıçam, İ., (2011), Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 6. Baskı, Ankara, DİB Yayınları.

Sarıçam İ. ve Erşahin S., İslam Medeniyeti Tarihi, 2014, 4. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Sılay, M., (2011), Endülüs Çağırıyor, 1. Baskı, İstanbul, Düşün Yayıncılık.

Tez, Z., (2014), İslam’ın Batı Cephesi, 1. Baskı, İstanbul,  Hayykitap.

 

Yararlanılan İnternet Siteleri

http://medit.fsm.edu.tr/ Erişim Tarihi: 22.03.2017

http://www.endulussempozyumu.com/ Erişim Tarihi: 30.01.2017

https://www.setav.org/  Erişim Tarihi: 08.04.2017

 

Dipnotlar:

[1] Davutoğlu, A., (2014), Küresel Bunalım, s. 116, 39. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları, McNeill, W. H., (2015), Avrupa Tarihin Oluşumu, s. IV-V, (Çev. Y. Kaplan), 3. Baskı, İstanbul, Külliyat Yayınları. (Orijinal Baskı: 1974), Kalın, İ., (2013), İslam ve Batı, s. 33, 4. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

[2] Davutoğlu, a.g.e., s. 116.

[3] Nursi, B. S., (2011), Mektubat II, s. 439, (Osmanlıca nüsha), 1.  Baskı, İstanbul, Altınbaşak Neşriyat.

[4] Zümer; 39/53.

[5] Tez, Z., (2014), İslam’ın Batı Cephesi, s. 17, 1. Baskı, İstanbul,  Hayykitap.

[6] Aydüz, S., (2015), ‘’Endülüs Bilim Dünyasında 10 Alim 10 Keşif’’, Derin Tarih Dergisi, Özel Sayı:4, s. 81-86.

[7] Davutoğlu, a.g.e., s. 132.

[8] Özdemir, M., (2014), Endülüs, s.30, 1. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

[9] Özdemir, a.g.e., s. 31.

[10] Zümer; 39/9.

[11] Alak; 96/1.

[12] Köksal, M. A., (2015), Hz. Muhammed ve İslamiyet, c. III, s.445, 1. Baskı, İstanbul, Erkam Yayınları.

[13] Özdemir, a.g.e., s. 81.

[14] Özdemir, a.g.e., s. 244

[15] Özdemir, a.g.e., s. 31.

[16] Paşa, Z., (2015), Endülüs Tarihi, S. 479, 3. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları.

[17] Alkhateeb, F., (2016), Kayıp İslam Tarihi, (Çev. M, Alican), S. 149, 1. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları. (Orijinal Baskı: 2014)

[18] Kalın, İ., (2016), Ben Öteki ve Ötesi, S. 156, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları.

[19] Kalın, İ., (2013), Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi, S. 255, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

[20] Bedevi, A., (2012), Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, (Çev. M. Tan), s.43, 3. Baskı, İstanbul, İz Yayıncılık. (Orijinal Baskı: 2004).

[21] Barthold, W., (2014), İslam Medeniyeti Tarihi, (Notlar ekleyerek çev. M. F. Köprülü), s. 327, 1. Baskı, İstanbul, Alfa Yayıncılık. (Orijinal Baskı: 1918).

[22] Tez, a.g.e., s. 22.

[23] Özdemir, a.g.e., s. 321.

[24] Bedevi, a.g.e., s. 42.

[25] Bedevi, a.g.e., s.40.

[26] Bedevi, a.g.e., s.16.

[27] Bedevi, a.g.e., s.45.

[28] Tez, a.g.e., s. 24.

[29] Tez, a.g.e., s. 37.

[30] Küçükalp K. ve Cevizci A., (2014), Batı Düşüncesi Felsefi Temeller, s. 101, 3. Baskı, Ankara, İSAM Yayınları.

[31] Bedevi, a.g.e., s.31.

[32] Kalın, İ., (2016), Ben Öteki ve Ötesi, S. 171, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları.

[33] Küçükalp K., ve Cevizci A., a.g.e., s.102.

[34] Bedevi, a.g.e., s.35.

[35] Bedevi, a.g.e., s.37.

[36] Tez, a.g.e., s. 74.

[37] Özdemir, a.g.e., s. 320.

[38] Bedevi, a.g.e., s. 23.

[39] Alkhateeb, a.g.e. s. 150.

[40] Sarıçam İ. ve Erşahin S., (2014), İslam Medeniyeti Tarihi, s. 241, 4. Baskı, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

[41] Özdemir, a.g.e., s. 311

[42] Kalın, İ., (2013), Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi, s. 55, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

[43] Karlığa, B., (2012), Din ve Medeniyet, s. 54, 1. Baskı, İstanbul, Mahya Yayıncılık.

[44] Karlığa, a.g.e., s. 51.

[45] Sarıçam, İ., (2011), Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 163, 6. Baskı, Ankara, DİB Yayınları.

[46] Sarıçam, a.g.e., s. 150.

[47] Alkhateeb, a.g.e. s. 146.

[48] Tez, a.g.e., s. 86.

[49] Kalın, İ., (2016), Ben Öteki ve Ötesi, S. 160, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları.

[50] Alkhateeb, a.g.e. s. 148.

[51] Özdemir, a.g.e., s. 33.

[52] Özdemir, a.g.e., s. 190.

[53] McNeill, a.g.e., s. 143.

[54] Şeyban, L., (2015), ‘’Endülüs’te Farklı Seslerin Muhteşem Orkestrası: Convinencia’’, Derin Tarih Dergisi, Özel Sayı: 4, s. 167.

[55] Karlığa, a.g.e., s. 54.

[56] Özdemir, a.g.e., s. 78.

[57] Paşa, a.g.e., s. 475.

[58] Kılıç, A., (2015), Endülüs Müslümanlarının Sürgünü, s. 24, 1. Baskı, İstanbul, Doğu Kütüphanesi Yayınları.

[59] Özdemir, a.g.e., s. 139.

[60] Sılay, M., (2011), Endülüs Çağırıyor, s. 21, 1. Baskı, İstanbul, Düşün Yayıncılık.

[61] Kılıç, a.g.e., s.9.

[62] Kalın, a.g.e., s. 177.

[63] Sılay, a.g.e., s. 228.

[64] Alkhateeb, a.g.e. s. 167.

[65] Özdemir, a.g.e., s. 163.

[66] Özdemir, a.g.e., s. 165.

[67] Özdemir, a.g.e., s. 167.

[68] Raif A., (1993), Endülüs: Yok Edilişin Öyküsü, (Çev. A. Sulhsever), s. 401. 1. Baskı, İstanbul, Araştırma Yayınları. (Orijinal baskı: belirtilmemiş).

[69] Özdemir, a.g.e., s. 167.

[70] Kalın, İ., (2016), Ben Öteki ve Ötesi, S. 184, 2. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları.

[71] Özdemir, a.g.e., s. 171.

[72] Tez, a.g.e., s. 39.

[73] Kalın, a.g.e., s. 186.

[74] Kalın, a.g.e., s. 175.

[75] Davutoğlu, a.g.e., s. 221.

[76] Huntington, S. P., (2017), Medeniyetler Çatışması, (Derl. M. Yılmaz), s. 23, 12. Baskı, İstanbul, Vadi Yayınları. (Orijinal Baskı: 1995)

[77] Huntington, a.g.e., s. 33.

[78] Huntington, a.g.e., s. 43.

[79] Huntington, a.g.e., s. 40.

[80] Erdoğan R. T., (2012), Küresel Barış Vizyonu, s. 30, 1. Baskı, İstanbul, Medeniyetler İttifakı Yayınları.

[81] Erdoğan, a.g.e., s. 21.

[82] http://www.mfa.gov.tr/medeniyetler-ittifaki-girisimi.tr.mfa

[83] Erdoğan, a.g.e., s. 61.

[84] Erdoğan, a.g.e., s. 147-148.

[85] Erdoğan, a.g.e., s. 222.

[86] https://www.setav.org/avrupa-islamofobi-raporu-2016-yayinda/

[87] Esposito, J. L. and Kalın, İ., (2015), 21. Yüzyılda Çoğulculuk Sorunu: İslamofobi, (Çev. İ. Eriş), s. 138, 1. Baskı, İstanbul, İnsan Yayınları. (Orijinal Baskı: 2009).

[88] Esposito, J. L. and Kalın, İ., a.g.e., s. 22.

[89] Esposito, J. L. and Kalın, İ., a.g.e., s. 40.

[90] Esposito, J. L. and Kalın, İ., a.g.e., s. 96.

[91] Esposito, J. L. and Kalın, İ., a.g.e., s. 97.

[92] Kalın, İ., (2013), Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi, s. 243, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

[93] Karlığa, a.g.e., s. 184.

[94] Davutoğlu, A., (2014), Stratejik Derinlik, s. 253, 92. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.